Evden Taşan Çığlık (YKY Cogito Dergisi 18. sayıda yayınlanmıştır)
Dr.
Nevin Eracar (klinik pskolog, psikodramatist,
psikanalitik psikoterapist)
Otistik
çocukların yaşadığı evler bilinir, konuşulmaz…
Otizm ve annelik hakkında düşünme yolculuğuna dair bir
dönemeç olan bu yazı kendi içinde iki bölümden oluşuyor. Başlangıçta otizmin
gelişimsel tabloya yerleştiği durumda yaşamda kalabilme savaşı veren anne ve
onu kuşatan kültürel yapının etkileşimine olan tanıklığım yer alıyor. Daha
sonra annenin iç dünyasında olup bitenlerin simgesel anlamı ve dışa
yansımalarını bazı olgu örnekleriyle
bağlantılandırarak değerlendirmeye çalıştım.
Bütünsel
bakış, gerçeklik ve pratik yaşamdan
izler
Otizm, Kanner tarafından 1943’te ilk telaffuz edildiğinden
bu yana sürekli olarak yeniden
tanımlanmaya çalışılan, farklı ekollerin yeni açıklamalarla yaklaşmaya
çalıştıkları gizemli bir dünya. Bugüne kadar ne yazık ki yeterince
anlaşılabilmiş değil. Tam olarak anlaşılmış olsaydı, belki yeni arayışlar
peşine düşülmeyecekti. Son yıllarda daha çok yapısal ve fizyolojik nedenlerin
ağır bastığı bir özel yapılanmadan söz ediliyor. Tanı ölçütleri olarak
sıralanan özellikler ise normal gelişimden sapmaları ve görülebilir
eksiklikleri listeleme düzeyinde kalıyor. Nedensellik hakkında araştırmalar
devam etmekte. Biyolojik, fizyolojik, biyokimyasal veya metabolik olayların
etkileri hakkında çalışmalar da gündemde. Hastalık tablosunun nedenlerini
anlamaya çalışmak elbette önemli ama henüz tam olarak durumu açıklayabilen
yapısal ve nedensel bir formülasyon yok.
Psikodinamik bakış ile otizmi tanımlayabileceğimiz durum;
erken dönemde, olasıdır ki, ilk altı ay içinde bebeğin herhangi bir nedenle
sosyal gelişime kapanması ile başlayan, duygusal ve sosyal gelişmenin
tıkandığı, buna bağlı olarak zihinsel gelişim ve dil gelişiminin bazı
sapmalarla kısır bir şekilde ilerleyebildiği, giderek bebeklik dönemine özgü
zihinlilik halinin tüm gelişimsel tabloya hakim olduğu özel bir yapılanmadır.
Annelik yaşamı ile otizm kavramlarını birlikte düşünmeye
çalıştığımız bu yazıda insan yaşamına dair bütünsel bir betimleme ile
başlamak iyi olabilir. İnsan öncelikle
biyo-psiko-sosyal bir varlıktır. Biyolojik temel üzerine gelişen tüm psişik ve
sosyal yapılar sürekli ve döngüsel bir etkileşim halindedir. Bu gerçeklikten
hareketle gerek otistik yapılanma, gerekse otizm ve annelik arasında
kuracağımız bağlar bu etkileşim süreci hakkında düşünme ve çağrışımlar
çerçevesinde olacaktır.
Otizm veya otistik bozukluklar adı ile tanımlanan gelişimsel
tabloda gelişimsel aksamaların nasıl bir süreçle ilerlediğini tam olarak bilmiyoruz.
Öte yandan mutlak bir doğru peşine düşme kaygısı taşımaksızın özgürce düşünme
şansını bulabileceğimiz bir metod ararsak, otizm durumu ve anne bağlantısı
hakkında zihinsel ve ruhsal gelişim süreçlerini, psikanalitik kuramın
açtığı geniş ve özgür alanda irdeleyebiliriz.
Otizm ve annelik hakkında düşünürken öncelikle yaşam
pratiğinden, dış gerçeklik durumundan yola çıkalım. Genel olarak sağlık, eğitim
ve ruh sağlığı politikalarını insan hakları ve toplum temelli olarak
geliştirmiş olan ülkelerdeki durum ile az gelişmişlik sürecindeki yapılar
oldukça farklı yaşamsal sorunları içeriyor. Bu bakımdan annenin dış dünyada
karşılaştığı gerçeklik iç dünyadaki
yansımalar üzerinde de etkili olmaktadır.
Dış
dünya ve güncel yaşam gerçekliğinden bakılınca
kronik sağlık problemlerinin ailede ve anne üzerinde yarattığı etkilerin
kişiden kişiye, toplumdan topluma epeyce farklı olduğunu görüyoruz. Birçok
Avrupa ülkesi, Amerika ve Kanada’da yaşam boyu bakım ve destek gerektirebilecek
sağlık sorunları ciddi ve kapsamlı programlarla ele alınıyor ve aile, anne
farklı özelliklere sahip olan bebeğin/çocuğun bu programlarla desteklenmesinde
sadece ebeveyn sorumluluğu ile yer alıyor. Bu durumda anne için duygularıyla ve
iç dünyasında olup bitenle samimi bir şekilde karşılaşma ve onları işlemleme
şansı daha yüksek olabilecektir diye düşünebiliriz. Otizm ve annelik hakkında
doğrudan betimleyici çalışmalara rastlamak pek mümkün olmamıştır. Birkaç
annenin otizm tanısı konulmuş olan çocuğu ile yaşadığı serüveni anlattığı
kitaplar anı ve anekdotlar niteliğindedir. Bu kitaplarda annelerin yaşamda
kalabilmek ve otizm sürecini taşıyabilmek için verdikleri mücadeleyi okumak
mümkündür. (Tekeş, 2004; Aygözer, 2010) Weusten (2011) tarafından bildirilen, Maastricht
Universitesinde yapılmış bir çalışma, çocuklarına otizm teşhisi konmuş üç
anne tarafından yazılmış hikâyelerin analizini içermektedir. Makalenin
yazarları, annelik ve aidiyetlerini fazlasıyla zorlamış olan otizm üzerine
yapılmış söylemler arasında bağlantı kurarlar. Bu makalede yazarların bu
sorunsal söylemler arasında arabuluculuk yaptığını görürüz. Söylevlerin
içerdiği ikili zıtlıklara ayrıca dikkat edilmiştir. Bunun dışında, öykülerin
fiziksel özelliklerine dikkat çekmeyi amaçlayan bir okuma stratejisi
geliştirilmiştir. Makalede bazı yazarlar daha çok dil özellikleri üzerinde
yoğunlaşmışlar, annelik ve otizm üzerine olan söylemlerden uzaklaşmışlardır.
Toplumuzda herhangi bir engellilik, farklı gelişimsel
özellik, zihinsel yetersizlik içinde bulunan bir çocuğun ailesi ve en çok da
annesinin duygusal yükü, öncelikle sağlık ve eğitim politikalarındaki eksiklik
ve yanlışlıklardan dolayı daha da ağır ve karmaşık hale geliyor. Otizm ve annelik hakkında düşünmek birçok
toplumsal problemi dikkate almayı
gerektiriyor. Otistik çocuğun aileye
gelişi ile karşılaşılan güçlükler, düşülen açmazlar, annenin ve otistik evladın
birlikte yaşadıkları şiddetli çaresizlik ve acılar, toplumsal ayrımcılık ve
dışlanma zorluklarıyla boğuşmayı gerektiriyor. Ailenin geleceğe ilişkin ağır
sorumlulukları, umutsuzluk ve karamsarlığı, savunmaların yetersiz kaldığı
sürekli bir tedirginlik halini yaratıyor.
Özellikle sağlık ve eğitim politikası sağlam temellere
oturmamış olan ülkelerde/ülkemizde
ailenin ve en çok da annenin taşımak durumunda kaldığı ciddi yükler var.
Yaşıtları gibi gelişim göstermeyen, ruhsal ve sosyal anlamda
büyüyemeyen, tam olarak konuşamayan bir evladın yetişkin bir insan olma yönünde
büyüyüp gelişmesi için pek çok işi ailenin üstlenmesi gerekiyor. Bu
noktada özellikle batı ülkelerinde
devletin örgün kurumlarınca üstlenilen işlerin pek çoğu ülkemizde annenin
çözmesi gereken bir dizi problemi içeriyor. Annelik doğum öncesinden başlayarak
yaşam boyu taşınan bir özellik, bir sorumluluktur. Normal gelişim gösteren
bireylerin belirli bir zamanda anneden, aileden yavaş yavaş ayrılması ve özerk
bir birey olarak, bir yetişkin, bir erişkin olarak yaşama katılması durumunda
bu sorumluluk yerini giderek uzaktan destek, sevgi ve dostluk alanına devreder.
Farklı gelişim özellikleri gösteren çocuklar ve özellikle otistiklerde bu
sorumluluk sarmal bir düzende ve anne-çocuk arasında döngüsel açmazların
yaşandığı bir süreklilik içerir.
Bireyselliğin önemli sayıldığı toplumlarda çocuklar ergenliğin son
aşamalarında ailelerden ayrılabilirler. Kendi giderlerini karşılayabildikleri,
sorumluluklarını taşıyabildikleri bir yaşam kurmaları için desteklenirler.
Ülkemizde bireyleşme ve ayrışma
süreçleri normal gelişen çocuklar ve gençler için dahi bu düzeyde bir evrim
göstermemiştir. Aileden ayrılmak genellikle başka bir aile kurma yönünde bir
adım ile, yani evlilikle ancak düşünülebilir. Bireyleşme ve ayrışma açılarından
toplum bu halde iken tabii ki otizm ve annelik konusu da hayli karmaşık bir yapı
içermektedir.
Yakınımızdan ülkemizden örneklere dair gözlem ve gerçeklere
göz atarak başlayalım:
Otizm hakkında çalışırken tanık olduğumuz hikâyelerde
görülmektedir ki, bebeklik ve erken çocukluk dönemlerinde silik bazı belirtiler
öncelikle annelerin dikkatini çekmektedir. Bebeğin yaşıtlarından farklı
özellikler taşıdığını görmek pek çok anne için oldukça sıradan bir durumdur.
Oldukça erken bir zamanda memeden kesilme, memeyi reddetme veya emmeye dair
beceriksizlik, uyku bozuklukları, aşırı ağlama, bezinin değiştirilmesi
sırasında kaygılı ve şiddetli tepki, belirli seslere daha çok tepki verirken
bazı sosyal içerikli seslere tepkisiz kalmak, sosyalleşmenin ilk basamaklarını
yerine getirememe, yani göze bakmama, yüzleri tanımama, insanlarla karşılaşmada
sevinç belirtisi göstermeme, parlak ve dönen cisimlere büyülenmiş gibi bakma
hali, bir yaş civarında kelimeleri kullanmaya başlayamama. İsteklerini söz
yerine ağlayarak belirtmeye çalışmak veya bir yetişkinin elini tutup istediği
yere o el ile uzanarak aldırtmaya
çalışmak gibi, sıradan olmayan belirtiler hemen dikkati çeker. Bu ilk fark
edişle birlikte annenin bebeği algılayışında da bir fark olacaktır. Yazımızın
ileriki aşamalarında tutabilme ve kapsayabilme kapasitesi ile ilgili olarak
biraz daha ayrıntılı değineceğimiz bu aşama belki de otizmin tüm gelişimsel
tabloya yerleşmesine de zemin hazırlayan bir dönemeçtir. Annenin bu değişik,
tuhaf durumla karşılaşmada yaşadığı şok bebekle ilişkisinde bundan sonraya dair
bir farklı zemin yaratır. Bu aşamada bazı anneler muhtemelen kendi kişilik
güçlerine da bağlı olarak hızla harekete geçmek ve gerekli doğru desteği almak
için arayışa girmektedirler. Son yıllarda otizm hakkında epeyce yazı ve görüşe
yer veren çeşitli yayınlara rastlamak daha olası hale gelmiştir. Ancak iyi
tanınamayan pek çok durum için olduğu gibi otizm ve otistik bozukluk hakkında
da çok ve çeşitli yaklaşımlar, bazen birbirine zıt öneri ve uygulamalarla da
karşılaşılmaktadır. Geleneksel sosyal yapının hakim olduğu aileler ve
çevrelerde bu arayış ve doğru desteklere ulaşma yolu biraz daha zor ve
çetrefilli olabilir. Anne babanın bile, yetişkin yaşta olsa dahi erişkin
olamadığı bir kültürün izleri hâlâ sürmektedir. Aile büyükleri denilen önceki
kuşak duruma yön vermek ister. Bazı anneler bu yüzden çocuklarını doktora dahi
götüremezler. Yeterince somut tanımların yapılamadığı otistik gelişim, bilgi
yetersizliğinin olduğu her durumda karşılaştığımız gibi inançsal eğilimler ve
duygusal tepkilere de yol açar. Bazen annenin çocuk için yapabileceği şeyler bu
yüzden gecikebilir. Kültürümüzde halen karşılaştığımız cin çarpması ile
açıklama, cin çıkartma yollarına başvurma gibi akıl dışı yöntemler, kocakarı
ilacı denilen karışımlardan medet umma, çocuğu sert cezalarla yola getirmeye
çalışma ve benzeri yolların hepsi aslında bir bakıma çaresizliğin
göstergeleridir. Nedeni anlaşılamayan bir soruna ivedi veya sihirli, büyüsel
bir destek arama çabasıdır. Bu ailelerin çoğunda bir gün bir şey olacak ve
çocuk konuşuverecek, dili açılıverecek gibi beklentilerle uzun zaman geçer.
Aile içindeki yakınların bu özellikler hakkındaki görüşleri yavaş yavaş
konuşulmaya başlansa da genellikle bu dönemeçte yakalanabilecek bazı gelişimsel
destek şansları kaçar! Bazen de aile kendini bu konuyu adeta bir sır gibi
saklamak zorunda hisseder. Saklama eğilimi, dışlanma, ayrımcılık, damgalanma
gibi risklere karşı korunma çabasıdır. Aslında bu saklama, saklanma eğilimi
dahi çocuğun aile tarafından dışlanması anlamına gelmektedir. Annelerin yükü bu
aşamada daha da katlanmaktadır. Hem ailede hem de sosyal hayatta yeri
belirlenemeyen bir çocuğu taşımak, yetiştirmek, ona her haliyle sahip çıkmak
zordur. Bebeklik çağındaki silik
belirtiler döneminden başlayarak artan önemli yaşam zorlukları birbiri ardına
sıralanır. Doktorda muayene olmak, gerektiğinde kan alınması, diş tedavileri
gibi sıradan sağlık işlemleri büyük
krizlerle yapılabilir, çoğu zaman da çocuk izin vermiyor denilerek işlemden vazgeçilir! Sağlık çalışanları da
farklı gelişen bir çocukla nasıl çalışılacağını çoğunlukla bilemezler.
Okul çağında, çocuğun yaşıtlarından farklı özellikleri iyice
belirginleşir, normal çocukların aldığı eğitimi almaya uygun değildir. Özel
yapılandırılmış bir eğitim gerekir. Bu eğitimi alması için gerekli raporların
düzenlenmesi ailenin, sıklıkla annenin çeşitli resmi kurumlara çocukla birlikte
gidip bir dizi formel işlemi bizzat takip etmesi gibi yeni yükler
getirmektedir. Küçük kentlerde veya ilçelerde bu işler biraz daha kolay
yürümekle birlikte çocuk için ve tabii ki aile için gelişimi destekleyici
çalışmalar oldukça yetersizdir. Yine ülkemizdeki duruma baktığımızda, son yirmi
yılda otizm kavramı ve gerektirdiği özel eğitim, sağaltım ve destek
çalışmalarının örgün kurumlarca yürütülmesi adına bazı yasal düzenleme ve uygulamalar
yapılmaktadır. Ancak bu uygulamaların çoğu henüz otizm tablosunun
karmaşık yapısını anlayabilme merakından çok uzaktır. Anne-bebek, anne-çocuk
ilişkisinde ortaya çıkabilecek aksamalar ve bu alanda yapılabilecek
çalışmalarla ilerleme şansı oldukça düşüktür. Okul ve benzeri merkezlerde
(rehabilitasyon kurumları) çoğunlukla koşullandırmaya bağlı davranış
biçimlendirme yolları eğitim amaçlı kullanılmaktadır. Bu kurumlarda sıklıkla
kullanılan anneye de ödev verme ve çocuğun evde eğitimini bire bir üstelenme
görevi annenin kapsayıcı konumunu parçalayan önemli bir yanlıştır. Anneyi
çocuğu olduğu gibi kabul eden ve sevgiyle taşıyabilen bir figür olmak yerine
çocuğun değişmesini talep eden bir otorite figürüne dönüştürmektedir. Giderek
annenin çocukla ilişkisi öğretmenin belirlediği bir ilişki halini almaktadır.
Bu durumda ilişkideki üçüncü kişi, henüz ikili ilişkiyi tam olarak kuramamış
anne ile çocuk arasında iç dünyadan tümüyle kopuk, mekanik bazı eylemlerin bazı
durumlarda yapılmasını hedefleyen bir ilişkinin yerleşmesine yol açar. Ruhsal
yapılanmanın çok erken dönemine takılı kalmış olan otistik çocuk, bu yolla makineleşme gibi bir gelişim gösterebilir.
Ancak konu bu kadar basit değildir elbette. Bu yolla eğitim alan çocukların
yetişkinlik dönemlerine geldiklerinde fazlasıyla öfkeli, saldırgan, edinmiş
olduğu sözde sosyal davranışları içselleştirememiş, istediğine ulaşamayınca
vurup kıran, anneye saldıran ve aslında erişkin olmayan yetişkinler olarak
büyüdüklerini görürüz. Anneye öfke duymak, çeşitli olasılıkları düşündürebilir.
Belki en yakınında ve onu hiç terk etmeyecek biri olarak görmek ya da belki en
derinde bir yerde onu yeterince ve ihtiyaç duyduğu gibi taşıyamamış olmasından
dolayı derin bir küskünlük ve vazgeçiş. Ama kesin ve apaçık görünen odur ki,
otistik dünyanın kendine özgü bir duygusallığı vardır.
Otizm,
anne - çocuk ilişkisine nasıl yansıyor, otizm ve annelik iç dünyada nasıl
tınlıyor?
Otistik çocuğun duygusal durumu görmezden gelindiğinde
varoluş kaygılarıyla katlanan şiddetli bir korku, derin bir acı oluşur. Acıyı
taşıyabilme kapasitesi gelişemediği için ve yaşamda kalabilmek için ilkel bir
çaba ortaya çıkar. Yani korkup kaygılandığında saldırgan tepkilerle kendini
gösteren bir dışavurum görülür. Buradan bakıldığında otistik gelişim tablosunda
temel yapı nedir sorunsalı için şematik bir tanım yapabiliriz: Otizm, bebeğin
ilk altı aylık dönemine ilişkin ruhsallık özelliklerinin hakim olduğu bir
zihinsel durumdur. Melanie Klein’ın şizoid-paranoid konum olarak tanımladığı
dönemin damgasını vurduğu bir yapılanmadır. Yine Klein’a göre düşünürsek; ilk
altı ayda bebeğin, meme yoksunluğuna dayanacak gücü geliştireceği depresif
konuma ilerleyememe halidir. Kendini besleyecek olan memeye hasedi ve memeyi
bozması, memenin içine yerleştirdiği tahrip etme eğilimlerinin, kendi içindeki
haset ve düşmanlığın meme tarafından kendisine geri saldırı olarak dönmesine
karşı bir manik savunmadır. (Klein, 1928) Otistik çocukların çoğunlukla emmeyi
reddettikleri veya bir iki ay gibi çok kısa süre içinde memeden ayrılmaları
durumunun bu düzeneğin bir sonucu olması kuvvetle muhtemeldir. Çocuk fiziksel
olarak büyür, gelişir, görüntüsü çoğunlukla uzunca bir süre “normal” gibi
ilerler. Ancak ruhsal gelişimin erken
döneme takılıp kalması, onu sosyallik, zihinsellik ve dil gelişimi açısından
tutuklu kılacaktır. Bebek gibi davranan bir ergen, bir yetişkin olarak yaşama
devam edecektir. Tam bu noktada kısaca değinelim ki, otizm tablosunun ele
alınışında ruhsallığın düzeyini gözden kaçırmamak, ilerlemeleri bu düzeyi
dikkate alarak tasarlamak, çok büyük bir önem taşır. Ruhsallığın adım adım
ilerlemesini dikkate alan bir gelişimsel planda, öncelikle psikodinamik bir
tedavi alanına pedagojik, sosyal gelişim hedefleri yavaş yavaş eklemlenmelidir.
Günlük yaşam ve açmazların sarmal karmaşıklığı annenin kendi
ruhsallığından kopmasına yol açabilir. Bireyleşme-ayrışma düzeyine ulaşamamış
bir ruhsallığın, “ben” duyumuna ilerleyememiş bir zihnin annedeki karşılığı
nasıl bir ruhsallık ve nasıl bir zihin olacaktır? Ruhsal anlamda hiç büyüyemeyen bebeğini
yaşamda tutabilme savaşı çoğu zaman
annede de ilkel savunmaların oraya çıkıp duruma hakim olması ile
sonuçlanır. Karşılaştığı çaresizlik içinde şiddetli bir gerileme ve manik
savunmalarla ayakta kalmaya çalışma hali ötesinde, anne ve çocuğun iç
dünyalarında karşılıklı döngüsel etkileşimler olmaktadır. Dış dünya ve toplumun
beklentileri, annelik durumuna dair atıflar, annenin kendi iç dünyasındaki
düşlemler öylesine karmaşıktır ki, dış
dünyanın zorlukları, aklında kopan gürültüden kaçış için tam da bu manik savunmalara zemin hazırlayan
bir ateşleyicidir. Otistik çocuğun annesi manik savunma durumunda iken tümgüçlü
bir tablo sergileyebilmekte, her şeyle kendi başına savaşıp bu sorunu tümüyle
ortadan kaldırma hayallerine kapılabilmektedir. Önceden de belirttiğimiz gibi
çok erken dönemde fark edilen belirtiler doğru bir planlama ile ele
alınabilirse ve anne gerektiği gibi desteklenebilirse otistik tablonun aşıldığı, oldukça yaratıcı
ve hatta esprili bir ruhsal kapasitenin ortaya çıkabildiği olgular vardır.
Yazının son bölümünde umut verici örnekler kapsamında paylaşılan olgular buna
örnek teşkil edecektir. Ama çoğunlukla yukarıda sıraladığımız toplumsal,
kurumsal, geleneksel, sosyal nedenlerle bu fırsat kaçar.
Otistik
gelişim ile annenin iç dünyası
arasındaki etkileşim
Annelik hakkında düşündüğümüzde, annenin kapsayıcılığı
(containing) yönünde Bion, annenin tutma ve taşıma kapasitesi (holding),
bebeğin kendini ifade edebileceği bir alan yaratması ve geçiş süreci bağlamında
Winnicott, suçluluk ve onarım kavramları
açısından Klein, bireyleşm e- ayrışma
süreçlerinin nasıl işlediğine dair de Mahler’in görüşleri çevresinde düşünmeye
çalışacağım.
Doğumdan da önce başlayan tutma - taşıma kapasitesi ve
kapsama gücü boyutundan bakarsak; beklenenden farklı özelliklerle gelen
ve giderek engelli, özürlü diye damgalanacak bir çocuğu beslemek, yaşamda
kalması için onu tutmak, taşımak, üstelik zorlayıcı koşullarda savunma
durumunda kalarak kapsayabilmekten söz ediyoruz. Bu durumda bir bakıma
verdiklerini geri alamadan devam etmenin, memesini reddeden, gözlerine
bakmayan, sevgisine aldırmayan (ya da öyle görünen) bir bebeğin yarattığı hayal
kırıklığına karşı aşırı savunmacı bir tutum gelişir. Bazen bu savunmacı tutum
çevre tarafından da beslenir. Birçok anne ve yakınlarının, “onlar melek “ diyerek bu çocukları sözde
yüceltir gibi görünen fakat bir yandan da
aslında insan bile olmadıklarını vurgulayan söylemleri... Otistik diye
kullanılan ifadeyi şiddetle düzeltip, “Lütfen
konuşmanıza dikkat edin, otistik değil, otizmli!” denmesini istemeleri gibi
örneklerden yola çıkarsak; annenin çocuğu olduğu gibi kabul edip yeterince
kapsayıcı bir güçle taşıyamadığını düşünebiliriz. Bu durumdaki annenin
çiftdeğerli (ambivalan) duygular içinde kalmışlığı, yadsıma/inkâr ve
ülküleştirme gibi savunmaların
geliştiğini düşündürür. Bu savunmalar, bazı olgu örneklerimizin sözlerinden de
duyulabilir. “Yaşam onunla daha anlamlı
oldu. Yoksa hiçbir anlamın değerini bilmeden yaşayıp gidecektik”; ”Otizmi
anlamaya çalışırken normalliğin saçma bir şey olduğunu anladım.”
Mahler’e göre (2003) altı
ve yedinci aylarda bebek "yumurtadan çıkma" adını verdiği evrede gelişimde yeni bir sıçrama başarır.
Hareketlerinde amaç yönelimi ve süreklilik sağlayan bir yapı görülür. Artık kucaklandığında, kendine
özgü hareketler ve davranışlar göstermektedir. Anneyi incelemeye başlamıştır.
Onun yüzünü, mimiklerini ve ifadelerini özel bir ilgiyle izlemektedir. Bir ona,
bir diğer insanlara bakarak, onu diğer insanlarla karşılaştırmaya başlar.
Annenin incelenmesi bittikten sonra, dikkat ötekilere döner. Sosyalleşme için
ilk adımları atmaya hazırdır.
Otistik çocuk Mahler’in tanımladığı yumurtadan çıkma
sınavını geçemez. Bireyleşebilmenin önemli bir evresini aşamaz. Annenin
incelenmesi, yüzünü ve mimiklerini tanıma, sonra da diğer insanları tanıma
merakı hiç başlamaz. Veya sanki zaten herkesi önceden de biliyormuş ve şimdi
dikkat etmesine hiç ihtiyacı yokmuş gibi umursamaz bir görüntü de verebilir.
Bireyleşme ve ayrışmanın olamaması, çocuğun ruhsal anlamda
ilerleyememesi annede nasıl bir yansıma bulmaktadır diye düşünürsek, annenin
kendi ruhsallığı elbette bu karşılaşmada ilişkinin yapısını belirleyici bir rol oynar. Karşılaştığı hayal kırıklığı
kendi öyküsündeki gelişimsel
dönemeçlerin tetiklenmesine yol açar. Kendi ruhsal bireyleşme sürecini nasıl ve
ne düzeyde sağlayabildiğine bağlı olarak birçok anne adeta bebeğe yapışık bir
durumda kalmaktadır. Bu noktada kültüre özgü eğilimleri de elbette dikkate
almak gerekir. Annelik rolünden beklenenler, kendi bireysel seçimlerine fırsat
vermeyecek kadar etkili olabilmektedir. Bu durumu örneklediğini düşündüğüm bazı
paylaşımlara yer vermek isterim:
Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Özel Eğitim
Yüksek Lisans Programında otistik çocukların aileleri için yürütülen
destekleyici grup çalışmasına 16 anne ve sadece 2 baba katılmıştı. (Bu tür
çalışmalara çoğunlukla sadece anneler rağbet etmektedir.) Annelerden
bazılarının şöyle paylaşımları olmuştu:
“Buraya
gelmek için uzun bir yol var, ama hiç olmazsa kendi kendime kalabiliyorum.
Yoksa evde beni bir dakika bırakmıyor.”
“Kendim
için bir şeyler yapmak güzel ama işte, uzakta olunca ne olur ne olmaz diye
tedirgin oluyorum. Suçluluk duyuyorum sanki.”
Bu sözler, onu terk
etmiş gibi hissediş, kurtulma fantezileriyle yüzleşmeye karşı yapışma hali
ayrışmamış olmanın açık izlerini taşımaktadır. Birçok anne büyüyemeyen bebeği
ile aynı düzeye gerileme yaşar ve ilkel savunmaların içinde kalır.
Gerilemeyle ortaya çıkan bir zihin durumuna dair
yaşantılardan biri de yansıtmalı özdeşim olarak tanımlanabilir. (Klein, 1923)
Sanki aynı varlıkmış gibi iki bedende tek zihin işlemesi hali, bazen tek beden
gibi deneyimlenen yaşantılar... Anne sanki çocuğun bulunduğu düzeye inip oradan
yeniden başlayıp yeniden büyüyecekmiş gibidir. Yapışıklık hisleri, birlikte
aynı acıları duyumsama hisleri yaşantılanabilir. Otizmde annelik durumunun
nasıl yaşandığına dair sorgulamaları tek tek çalışılmış olan olgu örneklerinden
de yola çıkarak ilerlemek aydınlatıcı olabilir.
Önce yapışıklık durumuna örnek olarak bir anekdot
paylaşalım: Otuz dokuz yaşındaki annenin köpek fobisi vardır. Otistik olan kızı
o sırada yedi yaşındadır. Anne İstanbul Heybeliada’da geçen bir öyküyü yıllar
sonra şöyle anlatmaktadır. ( Eracar, 1999)
“Hafta
sonu için bir arkadaşımın adadaki evine davetliydik. Kızımla birlikte bana uzun
gelen bir vapur yolculuğundan sonra nihayet adada idik. Arkadaşımın kapısını
çaldım ve içerden “hav” diye bir cevap geldi. Tabii ki yüreğim ağzıma geldi
benim de. Cumartesi ve pazarı geçireceğim evde bir köpek vardı. Kışlık evden
tanıdığım ve uzaktan sevimli bulduğum bu hayvan, buradaydı. Onu iyi tanıyordum.
Küçük ve çok hareketli bir köpekti. Oyunbazdı. Oyun oynamak için üzerime atlama
ihtimali bile taşikardi yaşamama sebep oluyordu. Ama çaresizdim artık. Kapı
açıldı. Köpek uzaklaştırılmaya çalışıldı. Biz ön odada, o arkada, mutfak ve
bahçede. Fakat kızım E. onun peşinden koşmaktan, onunla oynamaktan çok
hoşlandı. Sonunda kapılar açıldı. Tabii ki annelik sorumluluğum ile onları
yalnız bırakmaya da razı olmadım. Sonuçta korktuğum bir varlıkla kızımı yalnız
bırakmak mümkün değildi. Oyunları tuhaf ve enteresandı. Önce köpek hızla koşup
evi boydan boya geçiyor, kızım bir santim ara ile onun peşinden koşuyor, sonra
önde kızım, ardında hayvan aynı oyun tekrarlanıyordu. Arada bir biri yere
düşüyor, diğeri onun üstüne atlıyordu. Sanki ikisi aynı şeydiler. Asıl zorluğum
bu oyunun içindeki bir süreçte oldu. Kızım köpeğin sepetine yatıyor, hadi gel
gel diyerek onu çağırıyor, elini ağzına sokuyor, köpek boğulacak gibi olsa da
zarar verici hiçbir eylemde bulunmuyor. Sanki birbirlerini çok iyi anlıyorlar.
Köpek onun karnında zıplayıp debeleniyor, sonra kendisi köpeğin üstüne çıkmaya
çalışıyor. İkisi de aynı cins, aynı tür
gibiler. Bunları izlerken ben, köpeği kendi karnımda zıplıyor gibi
hissediyorum. Korkudan ölecek gibiyim. Ama o hiç korkmuyor gibi. Hatta öyle çok
gülüp eğleniyor ki, inanamıyorum. Yani bu durumu bedensel olarak tam zıt
yaşamaktayız. Ada turu yaparken köpek de bizimle. Arada benim de üstüme atlıyor tabii. Ben çaresiz katlanıyorum. İki gün böyle geçti
ve döndük. Asıl şaşkınlığım bundan sonra oldu. Çok ilginçti, ama artık
köpeklerden korkmamaya başladım. Sanki köpek onun değil, benim bedenimde
oynamıştı. Ben tam korktuğumun başıma geldiği bir deneyim yaşamıştım, sanki
korktuğum durumu yaşayıp korkuya karşı duyarsızlaşmıştım. Aynı bedende
olmadığımızı tabii ki biliyordum, ama anlamamışım! O deneyime kadar… Kızımın büyülü bedeni beni
tutsak olduğum bir korkudan kurtardı.”
Bu anekdot, yansıtmalı özdeşimi canlı olarak yaşamanın nasıl
bir şey olduğuna dair bazı şeyleri anlamamıza
bir parça ışık tutarken, yapışıklık ve ayrılamama halinin öncelikli
kimden kaynaklandığı hakkında biraz da kafa karıştıran bazı sorular akla
getirmektedir. Ayrılamayan bebek midir, yoksa anne mi? Bebeğin ayrılamaması,
ayrışamamayı mı yaratıyor? Bu sürecin nasıl başladığı ve nasıl ilerlediği
tartışılması gereken bir noktadır. Bu anekdotta çocuk anneden, annenin
bedeninden ayrı olduğunu deneyimleyebildiği, gösterebildiği bir oyun içindedir.
Ama süreç, bu oyunu oynayabilmesi için annenin ona açtığı bir alanda gerçekleşmektedir. Winnicott’un
tanımladığı geçiş kavramları açısından bakarsak; anne çocuğun kendi
ihtiyacını dışa vurabileceği bir fırsatı çocuktan esirgememiştir. (Winnicott 1960) İki günlük süreçte tüm
eylemler birlikte gerçekleşmiştir. Anne çocuğun kendini istediği gibi yaşayabildiği, eğlenerek oyun
oynayabildiği bir sürece yavaş yavaş alışmış, onun oyununa eşlik etmiştir.
Burada çocuğun özneleşme sürecine dair önemli bir ilerleme kaydettiği
söylenebilir.
Anne korkusuna
rağmen o evde kalmayı, çocuğunun oyununu
izlemeyi, şiddetli korkular içinde o duruma tahammül etmeyi seçmiştir. Bu
durumu annelik süreci bakımından
yorumlarsak, Bion’un (1962) annenin kapsayıcı konumuna dair tanımladığı alfa
işlevinden söz edilebilir . Otistik çocuğun
yedi yaşına rağmen ruhsallığının altı aylık bir bebek düzeyinde olduğu
ihtimalini hatırlayarak düşünürsek, çocuktan gelen beta öğelerini, oyunları,
eylemleri, normal gelişim durumu için belki tuhaf ve saçma gelebilecek
davranışları (köpekle sanki bir oyuncakmış gibi oynamak, sanki bir insanmış
gibi konuşmak) kendi zihninde toplamakta, kızı mutlu oluyor diye kendi rahatsız
olduğu bir duruma razı olup orada kalmaya tahammül etmektedir. (Bu olgu şu anda otuz bir yaşında ve
haftanın dört günü bir iş yerinde hafif desteklenmek suretiyle çalışmakta, bir
miktar gelir de sağlamaktadır)
Tek zihne sahipmiş gibi yaşama durumuna ilişkin bazı başka
örnekler de vermek mümkündür. Bayan D.
İ. ve dokuz yaşındaki oğlu T. H.’nin yaşadıkları ortak bir deneyim; anne
tarafından dışlayıcı bakışlar karşısında utanç hisleri ile baş edememe olarak
aktarılan ankedot şöyledir:
“
Deniz otobüsü ile tedavi için yolculuktayız. Oğluma çok ters bakıldığını görüyorum. Çocuk tuhaf
davranıyor, ama o bir çocuk. Onu savunmak istiyorum. Dışlayıcı bakışlar var çevrede. Israrla bakıyorlar.
Sonra da bana bakıyorlar. Bir şey söylemeyecek misin, bir şey yapmayacak mısın
der gibiler. Yol uzun. Bitmek bilmiyor sanki. İçimden onlara kaldırıp bir şey
vurmak geldi. O sırada oğlum fırlayıp ters bakan adama bir tane geçirdi. Sanki
ona bunu söylemişim gibi. Ne yapacağımı
şaşırdım. Utandım. Ama asıl beni şaşırtan aklımdan geçen şeyi onun yapmasıydı.”
Mesleği hekimlik olan bu
annenin anlattığı yaşantıda annenin zihni sanki çocukla bire bir aynı
gibidir. Aynı zamanda sanki çocuğu izleyen diğer insanların zihinlerinden
geçeni de biliyormuş gibi bir duygulanım tarif edilmektedir. Annenin çocuğu
anlayabilmek ve ona destek olmak için çocuğun zihin durumuna gerilediğini ve
belki kendisindeki yatkınlığın, preödipal döneme ilişkin geçmişin de
tetiklenmesiyle yansıtmalı özdeşim sürecine girdiğini söyleyebiliriz.
Çalıştığımız diğer olgulardan ikisinde de çocuktaki
ilerlemelerin annedeki gerilemeyi şiddetlendirdiğini görmekteyiz. “Bölme
mekanizması” ile annede bir yanıyla
çocukla bire bir aynı olan bir zihin, diğer yandan onu taşıyabilecek güçte
süper bir yetişkin durumu arasında salınım hali
ve zıt duygular içeren durumlar ortaya çıkmıştır. İlkel çocuksu ruhsal durum ile süper yetişkin
tutumu sergileyen ruhsal parçalar arasında hiçbir kesişme yokmuş gibidir. Bayan
Ö. E., Çocuğun ilerlemesi için
tüm kaynaklarını seferber etmiş, oğlunun bilişsel gelişim sürecine hayli destek
sağlamıştır. T.’nin sosyal ve duygusal gelişiminin hedeflendiği bir proje
içinde ilginç bazı gelişmeler gözlenmiştir. On altı yaşındaki çocuğu T.’nin
psikoterapi, eğitim ve rehabilitasyon gibi desteklerle sosyal işlevselliğinin
ilerlediği bir durumda anne, Bayan Ö. E., çocuğun attığı yeni adımlar hakkında
tepkisel ve inkârcı bir tutuma girmiştir. Sanki artık çocuk büyümemeli, bu
durumdan çıkmamalı gibi.
Önce bizleri hayli düşündüren bu çelişik tutumun arkasında
ne olup bittiğini anlamak zaman almıştı. Bu durumu şöyle yorumladık:
Yaşıtlarından hayli farklı olan çocuğunu yetiştirme güçlükleriyle boğuşan
annenin yaşam akışı sadece çocuğun eğitim, rehabilitasyon programlarına
katılımı için koşturmaktan ibaret olmuştur. Giderek yaşamda tutunacak başka bir
şeyi kalmamış durumdadır. Kimliği otistik annesi olma alanına sıkışmıştır.
Çocuğa yapışık durarak onu olduğu yerde tutar. İlerleme gösterdiğinde
psikoterapistin ve eğitimcinin kişiliğine veya kurumun etkisine haset ettiğini
düşündürecek tepkiler vermiştir. O ana kadar kendisi için de “iyi” olan
nesneler; psikoterpistler ve eğitimciler, birden “kötü” durumuna geçmişlerdir.
Olgumuz T. desteklendiği programa birkaç taşıt değiştirerek kendi başına
gelebilmeye başladığında annesi onu sabahları yataktan kaldıramamaktan
yakınmaya başlamıştı ve son zamanlarda
çocuğun durumunun hiç iyiye gitmediğine inanıyordu. Başka bir kuruma, başka bir
doktora gitmeyi ve ilaçlarının yeniden düzenlenmesini düşündüğünü bildirdi.
Bize de başka bir kurumdan devrolmuştu. Aile destek çalışmasında bu durumun
dikkatle paylaşılması ve yorumlanması sonucunda gelişmeyi ve çocuğun
kendisinden ayrılabilme potansiyelini daha olgun bir şekilde taşıyabilecek bir
duruma geldi. Bir diğer anne, oğlu
babası ile birlikte uzak yol gemi işinde çalışabilmeye başlayınca patolojik
düzeyde hastalandı ve bir psikiyatristle ilaç tedavisi sürecine karar verdi.
Gerek dış dünya koşullarının zorlayıcılığı, gerekse iç
dünyanın karmaşıklığı ile otistik çocuğu olan annenin duygusal ve davranışsal olarak koruyucu ve
kollayıcı duruşunun faydaları kadar zararlarının da olabildiğini düşündüğümüz
gözlemlerimiz vardır. Koruma ve kollama, yaşamda birlikte durabilme savaşının
sonuçları olarak; “sadece ve ancak
birlikte durabilme” durumuna dönüşebilir. Çocuğun kendi başına bir şeyler
yapabilme durumunu, ilerleyebileceği alanları görememe ve açamama hali
oluşabilir. Bu durum gerilemenin hastalıklı bir düzeye inmesi ve takılma gibi
yorumlanabilir. Anne ve çocuk adeta asalak yaşayan iki ilkel varlık durumuna
gelebilirler. Otistik çocuk ve gençlerle
normal gelişim gösteren yaşıtlarının birlikte katıldığı entegrasyon/kaynaşma, bütünleşme amaçlı bir
yaz kampında yaşanan iki durum bu takılma halini düşünmemize yol açmıştır.
Aileler kampa katılamazlar ve isterlerse yakınlarda bir yerde istedikleri gibi
tatil yapabilirler. (Eracar, 1999) Arzu eden aileler kendileri için düzenlenmiş
olan aile destek programına katılabilirler. Katılımcılarımızdan otistik bir
ergen, A. C., o sırada on altı yaşındadır. Kamp mekanımızda bulunan havuzda
rahat bir şekilde ve keyifle yüzebilmektedir. Ancak çantasında iki adet kolluk
bulunmaktadır. A. C., kollukları kullanmaya yeltenmemiştir. Aile destek
çalışmasında bu kollukların neden konulduğu sorulduğunda konu aydınlanır: A. C’nin
annesi Bayan M. A., oğlunun yüzebildiğini bilmemektedir. Büyük bir şaşkınlık
yaşar ve inanamaz. Bu anne kendisine fotoğraf ve videolar gösterildiğinde ikna
olmuştu ve bu durumun anlamı hakkında kendisi ile çalışma fırsatımız doğmuştu.
Benzer bir durum on dokuz yaşındaki diğer bir katılımcımızın
Antalya falezlerinde büyük bir keyifle denize girdiği, kolunda kolluklarla ve
aslında onlara hiç ihtiyaç duymadan yüzdüğünü gördüğümüz bir başka kampta
yaşandı. Ablasının bir belgesel yapmak üzere bulunduğu bu kampta abla bizzat
video çekerken bir şok yaşamıştı. Henüz genç bir bayan olan ablanın bu durumu
annesine nasıl anlatabileceği ile ilgili kaygıları olmuştu. Annenin otistik
kardeşini asla kolluksuz denize bırakamayacağını düşünmekteydi.
Bu iki örnekten yola
çıkarak otistik çocuğun annesinde belki belirli bir süre sonunda güvenli gibi
duran bir alana yapışıp orada sabit bir şekilde kalma durumunu görmekteyiz.
Krizlerin, ağır yaralayıcı travmaların yaşandığı bir öykü içinde görece risksiz
bir köşeye sığınmakta, orada hareketsiz
kalmaktadırlar. Belki gerileme ve saplanma ile ilgili olan bu durum ilkel organizmaları
ve birbirinden beslenerek yaşam sürdüren ortak yaşam canlılarını akla
getiriyor. Aslında bu durum çeşitli düzeylerde birçok engelli ve annesinin
ortak yaşamında da gözlemlenebilir. Otistik ve anne birlikteliği bu durumu çok
daha açık bir şekilde gözlemleyebildiğimiz bir tablodur. Yaşama tutunmaktan
vazgeçmeyen libido güvenli hissedilen bir alana sığınmış zihinleri beslemeye
çalışmaktadır.
Umut
verici iki örnek
Erken başvuru ve sistemli çalışma ve izleme ile gelişimsel problemi geride bırakmış iki olgu
örneğinden söz etmekte yarar görmekteyim. Gelişimin dikkatle izlenip
değerlendirildiği, annenin gerektiği gibi desteklenmesi, gelişimsel aksamaların
erken dönemden başlayarak onarılmasına ilişkin umut verici sonuçların alındığı
bir programda anne ile çalışmak ciddi katkılar sağlayabilmektedir. Annenin
çocuğun durumuna ilişkin duygularının farkına varması, kendi geçmiş
yaşantılarıyla yüzleşme, depresif durumu gerçekçi bir şekilde yaşama, tümgüçlü
manik savunmacı tutumdan kurtulma, gerçeği olduğu gibi kabul etme, sahicilik,
çocukla dürüst ve manipülatif olmayan bir ilişki kurma yönünde gelişimi,
çocukla kurduğu ilişkinin daha kapsayıcı ve taşıyabilen bir ilişki olması
çocuğun gelişimini onarır.
Y. K. olgusu, çocuk ve anne ile eşzamanlı çalışılmış olan
kapsamlı bir programı içermektedir. Çocukla yapılan çalışma bir başka makalenin
konusu olacaktır. Kısaca söz edecek olursak, çocuğun oyun aracılığı ile kendini
ifade edebildiği psikodinamik yönelimli bir çalışmadır.
Y. K.’nın ailesi ile çalışmayı kısaca özetleyelim. Bayan A.,
30 yaşında bir anneydi. Bayan A. ile psikolojik destek çalışması, aynı kurumda,
gelişimsel problemler konusunda uzman, farklı gelişenlerin aileleriyle
çalışmalarda deneyimli bir yetişkin terapisti tarafından yapıldı. Başvuru yakınmaları
şöyleydi: İki çocuğu vardı. Y. K.,
ikinci çocuk olarak dünyaya gelmişti. Y. K.’nın gelişimsel özellikleri hakkında
şiddetli bir kaygı ile durumu aktardı. Y. K.’nın bir gece hiç uyumadığını,
gözlerini bir noktaya sabitleyip şiddetle ağladığını, tedirgin ve huzursuz
olduğunu, sakinleştirme girişimlerine cevap vermediğini, ailedeki herkesin, bu
arada dört yaş büyük olan ablanın da yoğun bir kaygı yaşadığını, babanın
çaresizliğe bağlı olarak biraz öfkeli davrandığını ve duruma ilişkin kendi
kaygılarını anlattı. Kliniğimizde otizm ve benzeri gelişimsel problemlerle
çalışıldığını bildiğinden, bu duruma nasıl bir anlam vereceğimiz hakkında
oldukça endişeliydi. Adeta “Önemli bir şey yok, yaşı gereği bazen böyle şeyler
olur” dememizi bekliyor gibiydi.
Gelişimsel aksamaların erken dönemde fark edilmesi ve
gelişimin uygun şekilde uyarılması durumunda “hastalık” tablosuna dönüşmeden
önlenebildiğini düşünmekte ve bu yönde çalışmalar sürdürmekteyiz. (Eracar, 2006) Bu anlamda, yapılan çalışmanın bir
bakıma “koruyucu ruh sağlığı” niteliği vardır. Bu aşamada; annenin endişelerini
ciddiye almak, ancak onu ürkütmeden uygun bir yorum ve değerlendirme yapmak
gerekir.
Bayan A.’nın aktardığı ön belirtiler niteliğindeki tabloyu
kesinlikle ciddiye almak, gerekli müdahaleleri gerektiği gibi planlamak
önemliydi. Tüm bunların planlanıp uygulanması sırasında ailenin psikolojik
desteğe olan ihtiyacını gözden kaçırmamalıydık. Y. K.’nın gelişimsel
değerlendirmelerinin yapıldığı dört haftalık dönemden başlayarak Bayan A.
ile her hafta düzenli olarak görüşüldü,
Y. K.’ya ilişkin gözlemleri alındı.
Annenin çocuğu olduğu gibi kabullenmesi ve ona duyduğu
hayranlık, gösterdiği tahammül, çocuğun gelişiminde önemli bir rol
oynamaktadır. Yazının ilk bölümlerinde değindiğimiz noktaları kısaca
toparlarsak; annenin çocuğu ile kurmakta olduğu ilişki, ondan aldığı geri
dönüşlerle beslenir ve çoğalır. Doğası itibariyle anne ve bebeği karşılıklı
olarak sürekli şaşırtan bu ilişki, her ikisinin de gelişimine yol açmaktadır.
Günden güne gelişen bebek, attığı her yeni adımda hem şaşkınlık, hem de
mutluluk ve gurur vermektedir. Geleceği, kendi ayakları üzerinde durması,
toplum içinde itibarlı bir yer alması, bu aşamalardan başlayarak ailenin
başlıca hedefleridir. Y. K.’nın annesi, gerek sezgileri, gerek hissettikleriyle
bu hedefleri de içeren endişeyi bire bir göstermekteydi. Dış dünyası,
beklentilere aykırı bir sinyal veriyordu; iç dünyasındaki yansımalar,
duyguları, içinden çıkılması zor bir kargaşaya yol açmaktaydı. Bu yüzden Bayan
A. ile yapılan çalışmanın (bir başka makalede uzunca anlatılabilecek) başlıca
iki ayağı vardı: Birincisi, Y. K. ile ilgili gözlemlerini biriktirmesi ve
anlatması, ikincisi ise gözlem ve izlenimlerin kendi iç dünyasındaki
yansımaları hakkında bilinç ve içgörü kazanması.
Bayan A. mübadele göçmenlerinden, göçten sonraki ikinci
nesilden geleneksel bir ailenin ilk kızıydı. Biri kız, diğerleri erkek üç
kardeşi vardı. Ailesi zor günleri geride bırakmış, oldukça varlıklı bir hayat
yaşamıştı. Görücü usulü, benzer kültüre mensup, yine oldukça varlıklı bir
aileden yaşına uygun bir gençle evlenmişti. Eşinin maddi durumu ülke
standartlarına göre hayli yüksekti. Evlendiği zaman örtünmüş, annesi de
kendisiyle aynı zamanda örtünmeye başlamıştı. Yaşam düzenekleri bir yandan dini
ritüelleri, diğer yandan yoğunca bir sosyal yaşama katılımı içermekteydi. Bayan
A.’nın bakımlı, fakat sade bir giyimi vardı. Kendisi İstanbul’da bir Fransız
lisesinin son sınıfında iken ailesinin, özellikle de anne ve anneannesinin
telkiniyle evliliğe karar vermiş, lise bitirme sınavlarını sonradan tamamlamış
ve mezun olmuştu. Lisede çok başarılı olduğunu söyleyen Bayan A. üniversiteye
gidememesini “içinde kalmış, giderilmemiş bir arzu” olarak tanımlamaktaydı.
Resim yapıyor, çeşitli kurslarla kendini zenginleştirmeye çalışıyordu.
Önceleri, adeta çalışkan bir öğrenci gibi, disiplinli bir
şekilde notlar alıyor, sıraya da dikkat ederek bunları aktarıyordu. Bu süreç,
terapist tarafından kaygıya karşı bir savunma (inkâr) olarak değerlendirildi.
Psikodinamik yönelimli bir sistemle çalışılması bakımından bu değerlendirmeler
yeterince olgunlaşmadan Bayan A.’ya açıklanmadı ve yorumlanmadı. Bayan A.’nın
tahammül gücünün artması için Y.K.’nın gelişiminde sağlıklı olan yanlar
vurgulandı ve tüm insanlarda var olan sağlık geninin (salutogenez) önemi hakkında zaman zaman etraflı bilgiler verildi.
Bir ay (dört hafta, haftada bir ) süren, gözlem ve değerlendirme amaçlı oyun çalışmaları sonunda
saptanmış olan tablo anneye etraflıca açıklandı. Yapılması öngörülen terapi
çalışması hakkında bilgi verildi. Y. K’nın gelişiminin sosyal/duygusal alanda
gerektiği gibi uyarılması ve bir bakıma tıkanmanın açılması sonunda, bilişsel
alan ve dil alanında gelişmelerin normal seyredebileceği olasılığı
ayrıntılarıyla konuşuldu. Tüm bu paylaşımlar sırasında temel fikir Bayan A.’nın
Y. K.’yı “tutma ve taşıma işlevleri”ni güçlendirebileceği özelliklerine destek
verilmesi idi. Seanslar, psikodinamik
formülasyon ve psikanlitik psikoterapi
teknikleriyle sürdürüldü. Bayan A., gerek kendi ailesi ile geçmiş yaşantıları
ve kendi gelişimi, gerekse evliliği ve bu evliliğin iç yüzünde var olan
karmaşık güdülerin ayırdına varma yönünde ilerledi. İç dünyasında yer etmiş
öfke ve çaresizlikleri, yaratıcı gücünü baskılayan dogmaların onun benliği ve
çeşitli rolleri üzerindeki etkileri hakkında düşündü. Kendi annesi ile
çocuklarına sunduğu annelik arasındaki bağları, benzerlik ve ayrımları gördü ve
yorumladı.
Y. K.’nın yirmi aylık terapisi sırasında anne, haftada iki
kez görüşmeye geldi. Bu sürenin ortalama olarak yarısı Y. K. ve gösterdiği
gelişimler hakkında, diğer yarısı da kendi ilişkileri ve kendi annelik serüveni
hakkında farkındalıklarla gelişti. Bayan A., kendi evlat olma rolü ile anne
olma rolü arasında nasıl bir bağ olduğunu gördükçe Y. K. ve diğer çocuğu ile
olan ilişkisinde sabır ve tahammül gücü arttı. Özellikle Y.K’nın kakayı
tuvalete yapmaya ikna olması için uzun bir zaman tahammüllü davranabilmesi
aldığı psikoterapötik destekten yararlandığını göstermektedir.
Bu arada anne, kızı için de endişeler taşıdığını dile
getirdi. Y. K.’nın ablasının da
sürece tanıklığı ve katılımı dikkate
alındı. Kardeşinin öyküsüyle ortaya çıkan ya da bu bağlamda dikkati çeken bir
durgunluk ve dikkat dağınıklığından söz edildi.
Abla, destekleyici oyun terapisine devam etmektedir. Yaklaşık dört yılı
bulan tedavisinde iç dünyasında birikmiş olan öfkenin ve yaşama yansıyan
tutukluğun üstesinden gelmeye çok yakınlaşmış durumdadır. Başlarda okuldan
gelen dikkat dağınıklığı yakınması tümüyle ortadan kalkmıştır. Okul başarısı
beklenen düzeydedir. Kendi gelişiminden hoşnut, kardeşini desteklemeye açık bir
duruma gelmiştir.
Bay B. (baba), ilk değerlendirmeler yapılırken, (ikinci
hafta) anne ile birlikte görüşmeye geldi. Anneye göre daha az endişeli, yahut
daha inkâra yakın bir savunma içinde idi. Belki de geleneksel yapıda, biraz da
bazı şeyleri “Allah”a bırakma kalıbı ile düşünmeyi seçmişti. Bununla birlikte
çocukların gelişiminde ve yetiştirilmesinde eşine güven duyduğu hissediliyordu.
Bayan A.’nın seanslara düzenli gelişi, aile içindeki tutum ve bakış açılarının
değişimi, giderek aile sisteminde de bir değişime yol açtı. Bayan A., çocuğun
gösterdiği gelişimle ilgili tüm ayrıntıları eşi ile paylaştı. Bay B., ilerleyen
zamanda; önceleri çok endişelendiğini ve korktuğunu sözlü olarak eşine itiraf
etti.
Bayan A.’nın insan, kadın, anne olarak gelişimi, inisiyatif
kullanabilme, kararlılık, yaratıcılığını geri kazanma, toplum içinde aldığı
rollerin ve yaşama bakış açısının değişimi, gerek aile içinde, gerekse yakın
aile çevresindeki ilişkin atıflarını ve duruşunu değiştirdi. Y. K.’nın başta
herkes tarafından görülen, ama dile dökülmeyen durumu yeri geldiğinde geniş
aile içindeki bireylerle de paylaşılabildi. İnkârla uğraşmanın yükü yerine
kabul etmenin huzur ve sükûneti hissedilir şekilde yaşanmaya başlandı. Y. K.,
çevresinden gördüğü kabul ve tahammül ile daha güvenli bir ilişki bağlamında
yaşamaya başladı. Döngüsel süreç, ailenin tüm sisteminde yansımalarını buldu.
(Eracar, 2015)
Bayan A., kendi gelişimi ve annelik rolü hakkında aldığı
yola devam etmekte, terapisi düzenli olarak sürmektedir. Y. K., yaşıtlarına
göre daha da ileri bir sosyal/ duygusal gelişim ve dil becerisine sahip bir
çocuk. Halen ilkokul 2. sınıfa devam etmekte ve gerek akademik gerekse sosyal bakımdan hayli başarılı bulunmaktadır.
Bu çalışmalar yapılmasa idi ne durumda olurdu bunu bilmiyoruz. Ancak
çalışmamız, gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz bize, otistik belirtilerin veya
gelişimsel aksamaların hissedilmeye başlanması ile -pek çok yerde olduğu gibi -
kesin tanı için vakit kaybedilmeden hem çocuğu/bebeği, hem de aileyi sistemli
şekilde desteklemenin işlevsel ve gerekli olduğunu göstermektedir. (Eracar,
2015)
D. G.’nin ailesi,
D.’nin değişik ve özel bir çocuk olduğunu kabullenmiş olarak
gelmişlerdi. D. o sırada beş yaşını sürüyordu ve okula başlamak üzereydi.
Konuşma ve iletişim problemi yok gibiydi. Ama bir tuhaflığı vardı. Ailenin
kaygısı, okula başlayınca yaşıtları ve öğretmenler tarafından anlaşılamama
olasılığıydı. Dört haftalık gözlem ve değerlendirme sonucunda duygusal ve
sosyal gelişimin oldukça ilkel bir düzeyde kaldığı, bilişsel gelişim ve dil
gelişiminin mekanik bir biçimde ilerlemiş olduğu saptandı. Uzay ve mühendislik
alanına ilişkin keşif dolu resimler yapıyor, ama sanki yaptığı resimlerle
birlikte yarattığı başka bir gezegende yaşıyor gibiydi. Resimleri anlatıyordu,
fakat anlattığı kişi ile ilişki içinde olmuyordu. İhtiyaçlarını düzgün bir
dille ifade ediyor, sevgisini sadece annesine veya babasının kucağına sımsıkı
yerleşerek, bir bakıma yapışarak dışa vuruyordu. Anne “Çok akıllı ama bazen
sanki onu bebek gibi görüyorum” demişti.
Gelişimsel öyküsü dinlendiğinde, ilk gittikleri ve halen onu izleyen
hekim bir pedagoga yönlendirmişti; pedagog durumu anlamış fakat aileye tanıdan
bahsetmemişti. Sadece çocukla ne şekilde ilgilenilmesi gerektiğine dair desteklemeler
yapmıştı. Aile otizm sözcüğünü içten içe biliyordu, fakat bu sözcük hiç dile
gelmiyordu. Bunu aile ile yapılan seansların ilerleyen aşamalarında kendileri
de ifade ettiler. Gittikleri uzmanın
örtük olarak hissettirdiği durumla başa çıkabilmek için gerçekten doğru bir
çaba içine girdikleri, başarılı oldukları anlaşılıyordu. Y. K. olgusunda olduğu
gibi, çocukla ve aile ile ayrı ayrı çalışıldı. Anne ve babanın kendi duyguları
hakkında farkındalık kazanması yönünde ilerledik. Psikolojik zihinliliği
oldukça yüksek bir anne baba ile karşı karşıyaydık. Bu büyük bir şanstı. Aynı
zamanda durum hakkında anne ve babanın
benzer duygusal olgunluk içinde olmaları da başka bir şanstı. On sekiz
aylık bir çalışma ile gerek anne ve baba gerekse çocuğun gelişiminde gözle
görülür ilerlemeler oldu. Farklı aşamalarda yapılan değerlendirmeler çocuktaki
gelişimsel dengesizliğin düzenli bir şekilde değiştiğini gösteriyordu. İlk
aylardan sonra uzay gemisi projeleri ile ilgili resimlerin içinde insanlara
ilişkin bazı söylemler ve duygu ifadeleri doğmaya başladı. Giderek daha yaşına uygun çocuk resimleri de ortaya çıktı.
Resimlerin gerçek yaşamla bağları, ilkel öfke yaşantıları, şiddet eğilimi
resimlerin yorumları ve oyunlar içinde çalışıldı. Okula başladığında öğretmen ile
sağlanan işbirliği de oldukça verimli oldu. İleri zihinsel kapasitesi olan
çocukların devam ettiği bir proje grubu ile bağlantıya girdiler. Orada da
başarı gösterdi.
Bu örnekte çocuğun ilk farklılıklarının aile tarafından
nasıl karşılandığına ilişkin durumun gidişatı nasıl belirlediğini anlamak
mümkündür. Ailenin durumu travmatik bir
süreç olarak değil, kabullenen bir zihinle karşılaması, kaygıya kapılıp
gerileme yaşamadan anne-baba olarak durumu paylaşımcı bir şekilde
taşıyabilmeleri, çocuğun kendini güvenli bir alanda hissedebilmesi, belki
doğuştan getirdiği aşırı duyarlılık ve yüksek zihinsel kapasiteyi işlevsel bir
düzeye eriştirmesine olanak vermiştir. Zihinsel kapasitenin yüksek olduğu ve
aşırı duyarlık sahibi birçok olgu, erken dönemde belki işlemleyemediği duyusal
uyaranlarla organize olamamış bir durumda kalmaktadır diye de düşünebiliriz.
Böylece etiyolojisi hakkında hâlâ pek çok bilinmeyenin bulunduğu otizm
tablosunun, başta da ifade ettiğimiz biyo-psiko-sosyal etkenlerin bütünsel ve
döngüsel yapısındaki aksamalardan kaynaklanıyor olabileceği varsayımı
güçlenmektedir.
Olgu örneklerimizden anlaşılacağı üzere otizm tablosu annelik durumunu fazlasıyla önemli
bir alana sürüklemektedir. Birçok farklı tabloda da annenin kendi kişilik
özellikleri ve ruhsal durumundaki takılmalar hakkında düşünmek ve çalışmak,
annenin kendi zihinsel/ruhsal durumu hakkında geliştirdiği içgörü ve
ilerlemeler, çocuğun gelişiminde, ruhsallığının değişiminde, sosyal
işlevlerinin artışında rol oynamaktadır. Annenin ilkel savunmalardan adaptif
savunmalara doğru yol alması ile gerek ilişkide gerekse çocukta ve bazen tüm
ailede sağlam değişimler olabilmektedir. Bu değerlendirmeler bağlamında
diyebiliriz ki, annelik işlevlerinin çalışılabilmesi otistik gelişimin (belki
bir ölçüde) önlenebilmesinde fazlasıyla değer taşımaktadır. Belki otizm
tablosunun ilk tanımlandığı buzdolabı anne benzetmesi (Kanner, 1956) annenin farklı bebek karşısındaki ruhsal gerileme
sürecine bakılarak doğmuş kısmen gerçekçi bir saptamadır. Belki anne ve bebek
ilkel otistik duruma saplanıp orada donup kalmaktadırlar. Otistik annelerinde
görülen tümgüçlü ve savunmacı yapı aslında derin ve onarımsız bir yaranın
umutsuz haykırışıdır.
Belki
evden taşan çığlık dipten gelen acının kontrol edilemeyen sesidir
Buradan bakılınca otizm ve benzeri gelişimsel bir aksama
olasılığının dikkati çektiği ilk andan başlayarak annelerin desteklenmesi
koruyucu ve önleyici bir rol oynayacaktır. Özellikle bireyselleşme sürecinin
oldukça zayıf kaldığı bir kültürel-toplumsal yapıda destek talebinin anneden
gelmesi hayli zaman alacak ya da hiç gelmeyecektir. Otizm ve otistik gelişimsel
aksamaların ele alındığı ve çalışıldığı
kurumsal hizmetlerde anne desteğinin gerektiği şekilde program içine alınması bir zorunluluktur.
Anne desteği anneye yeni yükler getirecek görevlerin verilmesiyle değil,
annelik dünyası içinde olup bitenler, otistik dünya ve annesel yapı ilişkisi
hakkında ruhsal süreçlerin çalışılabildiği psikodinamik bir yaklaşım ile mümkün
olabilir.
Kaynaklar:
Bion,
W, R. (1962), The Psychoanalytic The
Psycho-Analytic Study of Thinking. , Int. J. Psycho-Anal., 43:306-310.
Eracar,
N. (1995), Bir Otistikle Yaşamak,
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu yayını, Ankara.
Eracar,
N., Onur, V. (1999), Biraz Yer Açar
mısınız? Beyaz Yayınları, İstanbul.
Eracar,
N. (2015), Otistikler ve Diğer Gelişimsel
Bozukluklarda Sanatın Eğitim ve Sağaltım Amaçlı Kullanımı, Editör: Prof. Dr. A.
Kulaksızoğlu, Farklı Gelişen Çocuklar
içinde, 2. Basım, Nobel Yayıncılık, İstanbul.
Ergüvenç,
A. Ç. (2010), Otizm... Şart mıydı! Nerede
Kalmıştık? Papirüs Yayınevi, İstanbul.
Kanner
L, Eisenberg L., (1956), "Early infantile autism 1943–1955", Am J
Orthopsychiatry 26: 556–66.
Klein, M., (1928), Oidipus Karmaşasının
Erken Dönemleri, çeviren: Anlı, İ., Sevgi
Suçluluk ve Onarım, Böl. 9, Kanat Kitap 2008, İstanbul.
Mahler, S. M., (2003), İnsan Yavrusunun Psikolojik
Doğumu, çeviren: Babaoğlu, A.N., Metis, İstanbul.
Tekeş, G., (2004), Benimle Oynar mısın?
Artı Özel Eğitim Merkezi yayını, Ankara.
Weusten, J., (2011), Journal of Literary & Cultural Disability
Studies 5.1 53–70 © Liverpool University Pres ISSN 1757-6458 (print)
1757-6466 (online) doi:10.3828/jlcds.2011.4
Winnicott, D. W., (1960), The Theory of
the Parent-Infant Relationship, Int. J.
Psycho-Anal., 41:585-595.