23 Aralık 2023 Cumartesi

 

SANATLA TERAPİ VE YARATICILIK HAKKINDA

(Türkiye psikiyatri Dergisi için verilmiş bir ropörtaj)

Sanatla Terapi nedir? Ne gibi uygulamalar Sanatla Terapi kapsamına giriyor?

Psikoterapi amaçlı işlerde sanatın hem dışavurumcu ve  hem de onarıcı gücünden yararlandığımız uygulamaları sanatla terapi veya sanat terapisi kapsamında düşünebiliriz. Zihinsel ve ruhsal alana ilişkin koruyucu, onarıcı ve geliştirici tüm uygulamalarda sanatla terapi ve sanat terapisi işlevsel olabilir. Bunlar arasında akut veya kronik psikiyatrik, tanılı hastaların yaşam kalitesini ve işlevselliğini yükseltmek amaçlı çalışmalar,  gelişimsel problemleri olan her yaştan birey için gelişimsel destek sağlayıcı çalışmalar, etyolojisinde psikolojik unsurların da rol oynadığı düşünülen psikosomatik nitelikli hastalıklara kadar genişletebileceğimiz uygulamalar sayılabilir. Bireysel veya grupla veya kitlelerle yapılabilecek çalışmalar için sanatla terapi alanı işlevsel olanaklar sağlamaktadır. Psikiyatri hastanelerinde hastaların günlük yaşam düzenleri, işlevsellikleri, yatış ve çıkışlardan sonraki yaşam kalitelerinin iyileştirilmesi, farklı gelişenlerin ve ailelerinin toplumsal hayattaki zorluklarla baş edebilmeleri, sivil toplum kuruluşları ve okullarda gruplarla ve büyük topluluklarla hedeflenen çalışmalara sanatla terapi yöntemlerinin eklemlenmesi gibi çok geniş bir uyglama alanından söz edebiliriz. Sanayi kuruluşlarında mavi ve beyaz yakalı çalışanlar için hedeflenen ekip ve iyileştirme çalışmaları, üretim gücünü yükseltme amaçlı çalışmalar içinde de sanatla terapi teknikleri hem koruyan, hem onaran, hem de eğlenceli yöntemler sağlar.

    -Konuyla ilgili metinlerde “Sanatla Terapi” ve “Sanat Psikoterapisi” gibi iki farklı adlandırma ile karşılaşıyoruz. Aralarında kavramsal bir fark var mı? Siz ne şekilde ifade etmeyi uygun buluyorsunuz?

Evet, ben de az önce bunu iki farklı terim olarak kullandım. Gerçekten de biraz karışıklık var gibi duruyor. Sanat terapisi dediğimizde daha çok sanatsal eylemlerin onarıcı iyileştirici gücü ile tanımlı ve sanat icralarının öne çıkabildiği bir uygulama geliyor akla.  Yani belki buna katharsis, boşalım ağırlıklı bir uygulama olarak da bakabiliriz. Sanatla terapide ise asıl olan terapötik işleyiş. Sanat iç dünyaya ulaşma ve ifade yönünde bir araç. Psikoterapi ise santsal unsurlar ile ortaya çıkan simgesel malzemenin hasta ile birlikte işlemlenmesi. Üzerine konuşmak, söze dönüşemeyen ruhsal malzemenin sanatsal dil ile simgeleşmesi ve üzerine konuşularak bilince ulaşan bir işlemleme.  Doğrusu benim yaklaşımım sanatın mı yoksa terapinin mi öncelikli olduğunu düşünmekten yana. Benim öngördüğüm ve uyguladığım yöntem ve teknikler aslında sanatın değil de, sanat unsurlarının ifade ve onarım gücünden yararlanma yönünde. Yani asıl hedef psikoterapi işleyişinin sağlanması. Dünyada sanatla ruh sağlığı çalışmalarına bakıldığında bir kısım çalışmanın sadece sanatsal eylemler ile sınırlı olduğunu görmekteyiz. İntermodal bir yol olarak bazen de bir santsal eylem bir diğeri ile bağlanarak ilerleniyor. Örneğin resimle başlayan bir eylem, resmin dansla ifadesine  ve sonra şiir veya öykü olışumuna evrilerek ilerleyebiliyor. Psikanalitik formülasyonla çalışılan uygulamaalar iste daha çok bilinç dışındaki malzemenin sanat unsurlarıyla bilinç öncesine çıkışı ve işlemlenebilir hale gelişi ile devam ediyor. Terapistin kuramasal yönelimine göre farklı ekoller çerçevesine uyumalanabilir tekniklerden de söz edebiliriz. Bu açıdan bakınca sanatla çalışan terapistin sanatla çalışma yol ve yöntemlerini deneyimleyerek aldığı bir eğitim kendi profesyonel yasal çerçevesi içinde bu yöntem ve teknikleri uygulama yolu açıyor. Dünyada sanat terapisi diye ifade edilen alanlarda sanat eyleminin biraz  estetik kaygıyı da içerecek şekilde kullanıldığını görmekteyiz. Sanatçıların da belirli bir eğitimi aldıktan sonra sanat terapisti ünvanı ile çalıştığını gördüğümüz ülkeler var. Batı ülkeleri sanat terapisi eğitimlerini bu anlamda standartlaştırmış bulunuyor. Sanat icrasının kendiliğinden iyileştirici gücü üzerine oturtulan uygulamalar var. Ancak söz konusu batılı ülkelerde ruh sağlığı hizmetleri ekip işleyişi ile çerçevelenmiş durumda. Sanat terapisti, ki bu bir ressam veya müzisyen veya dans sanatçısı olabilir, tedavi ekibi içinde  endikasyon bağlamında çalışma yapıyor. Ülkemizde psikoterapi alanında özellikle son 30 yılda gelişen nitelikli eğitimler var ise de bu uygulamalar yasal bir çerçeveye oturtulabilmiş değil. (bir parantez olarak söyleyeyim, yaklaşık 10 yıl önce “psikoterapistler” için bir meslek tanımı ve yasal bir zemin hazırlamak üzere bir platformun kurulması için çalıştım. Uluslararası geçerliliği kabul edilmiş eğitimler veren dernek ve  tüzel kuruluşlar ve hukukçuların da bulunduğu bir dizi toplantı ve sorasında bir kongrede panel yapmıştık. Ancak panele meslektaşlardan sadece üç kişi katıldı ve bu hareket için biraz erken davrandığımı düşündüm. Konu halen askıda sayılabilir ve güncelliğini korumaktadır.) Ayrıca ülkemizde sanatçı kimlik ve profesyonelliğinin de belirli bir yasal zeminde tanımlanmadığını düşünüyorum. Sanat terapisi adı altında  sistemsiz ve denetimsiz olarak yürütülen bazı uygulamaları gerek sosyal medyada gerekse başka internet ortamlarında duyuyor ve görüyoruz. Kendine sanat terapisti, müzik terapisti diyen ve aslında psikoloji, psikopatoloji adına hiçbir formel disiplinden eğitim almamış insanlar da türemiş durumda. Bu ve benzeri nedenlerle uygulamamızın adını “sanatla terapi” olarak kullanmayı öngörüyorum, ön görüyoruz. Çünkü uzun zamandır (2008) bu uygulamaları  ve eğitimleri belirli ilke ve standartları gözeterek yürüten bir ekip olarak çalışmaktayız. Eğitim verdiğimiz insanlara “terapist” ünvanı vermeyi doğru bulmadık. Verdiğimiz eğitimde kendi mesleki alanında sanatla terapi yöntem ve tekniklerini kullanma yeteneği kazandırdığımız bir program yer alıyor. Yani sonuç olarak “sanatla terapi” söylemimizde hedef sanat değil, psikoterapi.

    -Sanatla Terapi’nin Türkiye’de gelişimi ve yaygınlaşmasında öncü bir psikoterapist, eğitimci ve akademisyen olarak sizin bu alan ile tanışıklığınız nasıl oldu?

Doğrusu biraz çare arayışı ile başladı bu ilişki. Meslek yaşamımın 13. yılında (1986) otizm ile tanıştım. Sözel ifadenin/sözel simgeleşmenin olmadığı bir zihinle yaşanan bambaşka bir dünyaya yakından tanıklığım oldu. Sadece sesler, bağlamından kopuk görünen gelişigüzel çıkıveren cümlesiz kelimeler, anlamsız görünen tekrarlı hareketleri yakından ve anlamaya çalışarak gözlemek ifadenin tek yolunun “konuşma”olmadığını gösteriyordu. Sözlü ifadeyi kullanamayan bu çocuklar yıllar içinde biraz değişen tanı (yaygın gelişimsel bozukluk, asperger otistik bozukluk vb.) nitelemeleriyle anlaşılmaya çalışılan otizm ve benzeri tablolar gösteren çocuk ve ergenlerdi. O sıralar Marmara Üniversitesinde Eğitimde psikoljik Hizmetler ana bilim dalında öğretim üyesiydim. Bu tür çocukların ve gençlerin eğitim ve öğretimi için açılmış bir okul için psikolojik hizmetler desteği talep edildi. Gözlemlerim, bu çocukların müzikle ve ritmle kendilerini ifade etmekte oldukları yönünde idi. Duydukları müziği dinlediklerini ve bazen açık bazen de daha silik, belirsiz olarak müziğe tepkiler verdiklerini fark ettim. Beğenme beğenmeme, rahatsız olma, eşlik etme, ritmik olarak bedenle katılma gibi cevaplardı bunlar. Dünyada otizme müzik terapisi ile yaklaşmaya dair çalışmaları inceledim. Julliet Alwin’in bir kitabı konuyu daha etraflıca düşünmeme katkı sağladı. Müziği dinlerken seçim yapmak, sözlü ve süzsüz müziğe farklı tepkiler vermek, ritmle eşlik etmek, melodiler olmaksızın yaratılan ritme katılmak, yeni ritmler yaratmak, değişik duygulanımlarını değişik ve özelleşmiş sesler ve -stereotipi diye adlandırdığımız - eylemlerle karşıladıklarını saptadım. Bu ve benzeri örneklerde olduğu gibi müziğin unsurlarıyla temasa çok yatkın olduklarını farkettim. Oldukça kapsamlı bir konu bu. Çalışmalarda etnomüzikoloji uzmanı ve ritmlerin gücünü çok iyi bilen bir sanatçı Tugay Başar ile birlikte bu verileri gözden geçirip tartışarak çalışma metotları yarattık. Burada kısaca söylemem gereken şu ki, müzikle ilişki sözel simgeleşmenin olmadığı bir dünyada daha ilkel, doğrudan bir ifade şansı yaratıyordu. Müzik aracılığı ile otistik dünyada bizlerle ilişkiye dair arzu kapısını aralayan bir fırsat yakalıyordum. Konuya yakın durabilen müzisyenlerle işbirliğini de içeren bir serüven başladı. Resim, renkler, çizgiler, farklı boya malzemeleriyle temas, müzikle ilişki kapısından girdiğim dünyada yeni ilişki ve hatta iletişim fırsatları sunmaya başladı. Ritmik beden hareketleriyle aynalamalar, birlikte hareket, müziğin eşlik ettiği ritmik eylemler ve sesler, otistik zihinsel yapıda ruhsal-sosyal ilişkiye dair bir umut yaratmaktaydı. Belki burada yeniden “sanat terapisi ya da “sanatla terapi” kavramına dönebiliriz. Yani kullanılan sanatsal malzeme, sanat olmaktan uzak, ilkel sanat unsurlarından  dışavurum, ifade aracı olarak yararlanmayı sağlıyordu.  Çalışmalara o yıllarda resim bölümü öğrencilerimden de (Figen Yar ve Ebdu Doğan) resimsel anlatımın gücüne dair parçalar eklendi. Resimlerde de tekrarlayan simgeler, renkler, en ağır ruhsal bozukluk olan otizm ve benzeri bir tabloda ilişki ve iletişim için umur vericiydi. Bu deneyimlerle başlayan serüven giderek kapsamlı ve sistematik bir eğitimin de yolunu açmış oldu.

    -Sanatla Terapi kapsamında nasıl uygulamalar yapıyorsunuz? Bu anlamda özellikle ilgilendiğiniz bir alan var mı?

Belki öncelikle 2000’li yılların başlarından  bu yana vermekte olduğum eğitimlerden bahsetmeliyim. Önceleri 30 saatlik sürelerle sınırlı eğitimlerle başlamıştım. Sadece ruh sağlığı meslekleri ve sanat alanlarından lisans sahibi olan kişilere yönelik bu başlangıçlar alanda varolan ihtiyacı daha kapsamlı ve sistemli şekilde karşılayacak bir programa dönüştürme fikrini yarattı. Yapılan çalışmaları ulusal ve uluslararsı psikiyatri, psikoloji kongrelerinde bildiri ve atölye çalışmalarıyla sunup tartışılmasına a zemin yaratmıştım. Bu ilişkilerden konuya en yakın duranlar içinde Prof. Dr. Ünsal Söylemezoğlu  ve prof. Dr. Selçuk Kırlı hocalarımız var. O zamanlar Psikodrama eğitim grubumda olan ve ruh sağlığı alanında artık ismi çok iyi bilinen psikodramatist adayı öğrencilerim, Uludağ Üniversitesinden Aslı Sarandöl, Pınar Vural ve Cengiz Akkaya, psikodrama seanslarına eklemlediğim sanat unsurlarından etkileniyorlardı. Bir gün bu alanı sistemli ve kapsamlı bir eğitime dönüştürme fikrimi hızlandıran bir teklifle geldiler. Asıl yüklenici o zaman Uludağ üniversitesi Psikiyatri Bilim Dalı başkanı olan Selçuk Kırlı Hoca idi. Önceleri 240 saatlik bir eğitimin ünivesitede psikiyatri kliniğinde bşalamsı çalışmanın alana duyurulması bakımından çok değerliydi. Ciddi bir ekibin sahiplendiği bir eğitimi başlatmış olduk. Şu anda bu eğitim, Uludağ psikiyatri ekibinin de talep ve onayı ile Aura Psikoterapi Sanatla tedavi Ve Eğitim Merkezinin sorumluluğunda devam ediyor. Kısa bir süre önce “STY Akademi” (Sanatala terapi ve Yaratıcılık Akademisi) adı ile kurulacak bir dernekleşme girişimimiz var.  Benim dışımda 7 eğitimcimiz yetişti ve yetişmekte. Eğitimci eğitimi kapsamında paylaşımlar  ve akran süpervizyonları ile ilerlemeye  devam eden dinamik bir süreçle çalışıyoruz. İstanbul, Bursa, Ankara ve İzmir’de açılan, ve devam eden eğitim grupları var. 12 kişiyi bulan başvurularla yeni gruplar açılabiliyor.  Ben son üç yıldır,  eğitim almakta olan adayların terapötik ilerlemeleri yönünde oluşturduğumuz sanatla terapi grubunu yürütmekteyim. Böylece eğitm verenlerle terapi aldıkları kişilerin aynı kişiler olmamasını sağlamış durumdayız. 

Neler yapıldığına gelince; öncelikle hatırlanması gereken, eğitim gruplarından mezuniyetin kapsamlı tezlerle sağlanıyor olması. 540 saati kapsayan, kuramsal dersleri ve  uygulamaları da içeren eğitim, uygulamalı bir tez çalışması ve bir jüri sınavı ile ile tamamlanabiliyor. Bu çerçevede yapılan çok değerli çalışmalar var. Tez sahibi aynı zamanda kendi mesleki alanında çalışmasını akademik bir yayına dönüştürebiliyor. Her aday kendi mesleki ilgi alanında karşılaştığı sorunları ve hipotezleri kapsayan çalışmalar yapabiliyorlar. Şu ana kadar iki sempozyum, iki uluslararası  kongre düzenlendi. 

Geçmekte olduğumuz pandemi döneminde eğitimleri hiç aksatmadan çevrimiçi yollarla sürdürdük. Gerek eğitim gerekse psikoterapi grubu çevrimiçi yöntemlerle oldukça verimli şekilde ilerledi. 25-26 Eylül 2021’de çevrimiçi ilk sempozyumumuz diyebileceğimiz sanatla terapi ve yaratıclık buluşmaları organizasyonumuz olacak. Ayrıntılara sosyal medya hesaplarımızdan ulaşılabiliyor.

Bu alanda benim özellikle ilgilendiğim durum, sanatla terapi ve yaratıcılık başlığındaki “yaratıcılık” kısmı. Özellikle psikoterapi hizmetinde çalışan profesyonellerin kendi yaratıcı süreçlerini geliştirmiş olmalarını önemsiyorum. Adaylarımızın ayrı bir psikoterapi grubunda ruhsal ilerleme yönelimli bir sanat terapisnden geçiyor olmaları, kendi içsel malzemeleriyle karşılaşma ,çalışma, işlemleme yönünde hedefleri içeriyor. Aday, kendi ruhsallığı ile temas ederek tüm eğitim hayatı boyunca formel kuramsal öğrenme ve eğitimlerin yüklemiş olduğu baskıdan haberdar olmak, bunu işlemlemek ve kendi spontanlığını kazanmış olmak gibi bir şansa erişiyor. Spontanlığını geri kazanan kişide yaratıcı sürecin ortaya çıkacağına inanıyorum. Psikodrama disiplininden gelen ve psikanalitik formasyonla tanışıklığı olan bir klinisyen olarak yaratıcılığın spontanlıkla bağlantısını kabul ediyorum. Özellikle sanatla terapi alanı terapistin yaratıcılığını gerektiriyor. Çünkü hastalarımız/ danışanlarımız/ başvuranlarımız her an farklı ve yeni. Dün getirdiği sorun, bugün aklında belki bambaşka bir kılıkta duruyor. Burada Bion’un anısız ve arzusuz olmak diye tanımladığı duruşa vurgu yapabiliriz. Bugün karşımızdaki kişi dünkü kişi değildir. Aradan en az 24 saat geçmiştir ve o artık yaşamın başka bir yerindedir. Biz de öyleyiz. Öyleyse şimdi ve burada olana odaklanabilmek, an’a , akışa dair algının açıklığını gerektiriyor. Değişen durum, duygulanım, nesne, algı, atıf, renkle, sesle, ritmle, hareketle, belki kolaj malzemeleriyle veya sadece bir filmin, bir öykünün hatırlanmasıyla çalışılabiliyor. Terapist, aklındaki kurgularla değil, danışanından gelen uyaranlarla hissetmek, anlamak, düşünmek, sonra da tasarlamak ve uygulamak durumundadır. Yani anda olana açık ve duyarlı, ama aynı zamanda dikkatli ve kararlı olmak. Yani, ilkeli fakat katı olmayan bir çerçeve ancak yaratıcı bir zihinle olabiliyor. Bu yüzden adayların kendi de sanatla terapi sürecinden geçerek eğitimini tamamlıyor olmalarını çok önesiyorum, önemsiyoruz.

 

    -Sanatla Terapi’nin uygulama alanları neler? Kimler Sanatla Terapi uygulayıcısı olabilir?

Ruhsal ve zihinsel süreçlerin işlemlenmesini gerekli ve mümkün kılan her alanda sanatla terapi uyguylamaları yapılabilir. Psikiyatrik, psikopatolojik durumlar, gelişimsel aksamalar, öğrenme güçlükleri, sağlık psikolojisi, psikosomatik hastalıkları sayabiliriz. Ayrıca toplumsal gelişim ve ilerlemelerin hedeflendiği projeler ve uygulamalar için sivil kuruluşlarla işbirliği alanları var tabi ki. Yapılmış ve yapılamkta olan işler için de eğitimimize katılmış olan meslektaşların yapmış oldukları tez çalışmalarını sözyleyebiliriz.  Bunlar içinde farklı gelişenler için yapılan gelişimsel çalışmalar, dezavantajlı gruplar için sürdürülen uygulamalar, kronik psikiyatri hastaları ve aileleri için yapılan çalışmalar, psikosomatik hastalıkların ruhsal süreçlerle ilgili boyutlarının çalışıldığı programlar, kanserli hastaların ruhsal süreçlerinin işlemlendiği çalışmalar, sivil organizasyonların hedeflediği koruyucu ve önleyici ruh sağlığı alanında yürütülen  projeler var. 

Sanatla terapiyi uygulayabilmek için öncelikle sanat alanlarına, belki en azından bir veya birkaçına yakın ve ilgili olmak tabi ki gerekli, ama asıl olarak sanatla terapi eğitimi almış olmak gerekiyor. Eğitim, ruh sağlığı alanında en az lisans eğitimi almış olan profesyonellere ve sanat alanlarından lisans sahibi olan sanatçılara, ve sanat, özel eğitim, sınıf öğretmeni gibi seçilen uygun meslek mensuplarına veriliyor.  Önceden de söylediğim gibi, eğitimi tamamlamış olanlar kendi mesleki alanlarında bir tez çalışması yapmış ve sanatla terapi tekniklerinin kendi alanlarında uygulanabilirliğine ilişkin bir örnek çalışma sunmuş oluyorlar. 


    -Dünyada Sanatla Terapi'nin gelişimi ne şekilde olmuş? Günümüzde bu alanda sürmekte olan uluslararası çalışmalar veya işbirlikleri var mı?


Psikiyatride sanatın işlevselliği hakkında ilk  yazılı izlere 19. Yüzyıl sonlarında Max Simon ve Cesare Lombroso tarafından psikiyatrik hastalıkların betimlemesi için kullanıldığı bilgisi ile ulaşıyoruz. Daha çok psikotik hastaların teşhisi için başvurulan hasta resimleri ile çalışmak, projektif teslerin doğuşuna da kaynak oluşturmuş. Birinci dünya savaşı sonrasında savaş mağduru kimselerin travmatik yaşantılarının dışavurumu yönünde işlevi farkediliyor ve daha çok resim yoluyla çalışılan işler var. 20.yüzyıl başında Heidelberg Kolleksiyonu Avrupa’daki akıl hastanelerindeki psikotik hastaların ürünlerinin toplandığı bir çalışma olarak sergilenmiş. 1930’lu, 40’lı yıllarda ikinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında savaşın yarattığı travmatik etkilerin sanat yolu ile aşılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bir bakıma bilinen psikiyatrik yöntemlerin dışında bir arayışın bir ihtiyacın baş gösterdiğini söyleyebeiliriz.  Bu arada demir perde kavramı ile batılı literatürde yer alamamış olan Sovyet bilim kadını G.E.Sukhareva’dan da söz etmek gerekir. Savaş sonrasında ailesiz kalmış, gelişimi duraksamış, suça sürüklenmiş çocuk ve ergenlerin readaptasyonu için sanatın çeşitli dallarından yaralanarak yaptığı çalışmalar var. 2.dünya savaşı sonrasında tahrip olmuş toplumun travmatik süreçleri, Sukhareva’nın da öncü çalışmalarıyla kurulmuş olan koruyucu ve önleyici ruh sağlığı merkezlerinde ele alınmış. Sukhareva’nın o dönemde sınır durum diye tanımladığı gençler için gelişimsel onarım çalışmalarında sanattan faydalanılmış. Bugün de psikoterapi alanında en çok karşılaştığımız kavram travma kavramı. Sanat ile çalışma trvamanın söze dökülemeyen izlerini ortaya çıkarıp işlmelenebilir kılan işlevsel bir yol.

Psikodinamik kuramsal yönelim açıdsından bakarsak, D.W. Winnicott’un geçiş alanı tanımlaması, M.Klein’ın  oyun terapisinde kullandığı kavramsallık, sanatla terapide dayandığımız kuramsal temeli oluşturan tarihsel basamaklar olarak düşünülmektedir. Esasen psikanalitik çalışmanın da temeli erken yaşam dönemlerine ilişkin travmaların günlük yaşamdaki yansımaları olan semptomlar ve sembolik anlatımı olan rüyalar üzerinedir. Bu anlamda rüyalar ve sanatsal dışavurum simgesel dil açısından benzerlik içindedir.

1950’li yıllarda Naumberg, sanatsal sembollerin serbest çağrışım yolu ile bilinç dışındaki malzemeyi bilinç öncesine taşıdığını ifade etmiştir. Bilinç öncesine gelen sembolik dışavurum, konuşulabilir bir malzemeye dönüşür. Daha sonraları sanatın kendiliğinden onarıcı ve yaratıcı süreci uyardığı üzerine görüşler gelişmiş ve sanat terapistleri, tarafından benimsenmiş. Antipsikiyatri ve hümanistik yaklaşımların öne çıktığı bu akım özellikle İngiltere’de sanatçıların sanat terapisi alanına yöneldiği yolu açmıştır.





    -Türkiye’de Sanatla Terapi alanında nasıl çalışmalar sürdürülmekte? Sanatla Terapi alanında uzmanlık veya eğitim alma olanakları var mı? Bu alanda çalışmak isteyenler için ne gibi önerileriniz olur?



Günümüzde Türkiye’de, toplumsal sorunların ele alınışında sanatla terapi metotlarının ağırlıklı kullanıldığı projelerden bahsedebiliriz. Ruh sağlığı alanında koruyucu ve önleyici işlevleri hedefleyen dernek ve benzeri kurumlar uluslararası projeler yürütmektedirler. Bunlar içinde benim bildiğim; Otistikler Derneği, Elim Sende Derneği, Çatı Atölye, Arka Bahçe gibi kuruluşlar var. Çalışmaların hedefi koruyucu ve onarıcı ruhsal toplumsal hizmetler. Çalışma yöntemleri çoğunlukla sanatın da kullanıldığı yöntemler. Özellikle savaş, göç travmatik etkileri, akaraba evlilikleri,  ekonomik zorluklar, sınıf çatışmalarının yoğun olduğu dezavantajlı gruplar için geliştirilip uygulanan projeler olabiliyor.  Bu projeler genellikle kaynak sorunları yüzünden olması gerekenden yavaş ilerleyebiliyor.  Farklı gelişenler ve aileleri, şiddete maruz kalmış kadınlar ve çocuklar, psikiyatrik hastalar ve aileleri gibi özellikli gruplar için çalışmalar yhürütülüyor. Ayrıca sanatla terapi eğitimi almış olan uzmanlar kendi özel çalışma ofislerinde bireyler ve gruplarla çalışmalar yürütmekteler. Yakın bir zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kadın dayanışma Birimindeki kadınların çocukları için de bir sanatla terapi grubu ve ardından (şu sıra başkanlık görevini sürdürdüğüm) Dr.Abdülkadir Özbek Psikodrama Enstitüsü projesi olarak bir  çocuk psikodrama grubu oluşturmaya çalışmaktayız.


Şu anda Türkiye’de birkaç eğitim programı var. Aura Psikoterapi Sanatla Tedavi ve Eğitim Merkezi  olarak yürüttüğümüz eğitim programımızda müzik, resim, dans, heykel ve seramik, edebiyat, sinema ve tiyatro gibi sanat dalları için 20 saat grubun kendi içinde çalıştığı, ve 10 saat kadar ilgili sanat alanından bir usta ile sanatsal yaratımı deneyimlediği bölümler var. Ayrıca kuramsal  konular ; psikopatoloji,  psikodinamik kuramlar, araştırma metotları, bireysel çalışma, grup dinamikleri  ve tez modülü için 30’ar saatlik  bölümler yer alıyor. www.sanatlaterpiveyaratıcılık.net adresinden ayrıntılı bilgiye de ulaşılabilir. Toplam 540 saatlik eğitimin içeriğinde 60 saatlik bir grup terapisi uygulamasından da geçiliyor. Şu anda programı tamamlamış ve kendi mesleki alanına bu yöntemleri entegre etmiş 40 civarında mezunumuz da var. Ayrıca sanat Psikoterapileri Derneği ile birlikte oluşturduğumuz bir komisyon ile sanat terapisi eğitimleri veren /verecek olan kurumların uymaları gereken ölçütleri belirlemek üzere bir çalışma yürütülmekte. Bir anlamda dünyada artan bir ihtiyacın ve yayılmakta olan bir alanın ülkedeki kurulumunu üstlenmek gibi bir sorumluluğu taşımaktayız.



Yazı içeriğinde aynı zamanda "Sözden Öte, Sanatla Terapi ve Yaratıcılık" kitabınızın yeni baskısıyla ilgili bir tanıtım metnine yer vermemiz ve kitabınızdaki biyografi bölümünden faydalanmam uygun olur mu hocam?


Tabi ki olur, ancak kitabın ikinci basımında bir eksiklik oldu, benim hatam, düzeltme için son baktığımda birinci basım için yazdığım önsöz yokmuş ve ben öylece onay vermişim. Yani ilk basım elinde ise oradaki önsöz ve giriş biraz daha zengin olabilir. 


4 Nisan 2021 Pazar

 

Evden Taşan Çığlık (YKY Cogito Dergisi 18. sayıda yayınlanmıştır)

Dr. Nevin Eracar (klinik pskolog, psikodramatist, psikanalitik psikoterapist)

 

Otistik çocukların yaşadığı evler bilinir, konuşulmaz…

 

Otizm ve annelik hakkında düşünme yolculuğuna dair bir dönemeç olan bu yazı kendi içinde iki bölümden oluşuyor. Başlangıçta otizmin gelişimsel tabloya yerleştiği durumda yaşamda kalabilme savaşı veren anne ve onu kuşatan kültürel yapının etkileşimine olan tanıklığım yer alıyor. Daha sonra annenin iç dünyasında olup bitenlerin simgesel anlamı ve dışa yansımalarını  bazı olgu örnekleriyle bağlantılandırarak değerlendirmeye çalıştım.

           

Bütünsel bakış, gerçeklik ve  pratik yaşamdan izler

Otizm, Kanner tarafından 1943’te ilk telaffuz edildiğinden bu yana  sürekli olarak yeniden tanımlanmaya çalışılan, farklı ekollerin yeni açıklamalarla yaklaşmaya çalıştıkları gizemli bir dünya. Bugüne kadar ne yazık ki yeterince anlaşılabilmiş değil. Tam olarak anlaşılmış olsaydı, belki yeni arayışlar peşine düşülmeyecekti. Son yıllarda daha çok yapısal ve fizyolojik nedenlerin ağır bastığı bir özel yapılanmadan söz ediliyor. Tanı ölçütleri olarak sıralanan özellikler ise normal gelişimden sapmaları ve görülebilir eksiklikleri listeleme düzeyinde kalıyor. Nedensellik hakkında araştırmalar devam etmekte. Biyolojik, fizyolojik, biyokimyasal veya metabolik olayların etkileri hakkında çalışmalar da gündemde. Hastalık tablosunun nedenlerini anlamaya çalışmak elbette önemli ama henüz tam olarak durumu açıklayabilen yapısal ve nedensel bir formülasyon yok. 

 

Psikodinamik bakış ile otizmi tanımlayabileceğimiz durum; erken dönemde, olasıdır ki, ilk altı ay içinde bebeğin herhangi bir nedenle sosyal gelişime kapanması ile başlayan, duygusal ve sosyal gelişmenin tıkandığı, buna bağlı olarak zihinsel gelişim ve dil gelişiminin bazı sapmalarla kısır bir şekilde ilerleyebildiği, giderek bebeklik dönemine özgü zihinlilik halinin tüm gelişimsel tabloya hakim olduğu özel bir yapılanmadır.

 

Annelik yaşamı ile otizm kavramlarını birlikte düşünmeye çalıştığımız bu yazıda insan yaşamına dair bütünsel bir betimleme ile başlamak  iyi olabilir. İnsan öncelikle biyo-psiko-sosyal bir varlıktır. Biyolojik temel üzerine gelişen tüm psişik ve sosyal yapılar sürekli ve döngüsel bir etkileşim halindedir. Bu gerçeklikten hareketle gerek otistik yapılanma, gerekse otizm ve annelik arasında kuracağımız bağlar bu etkileşim süreci hakkında düşünme ve çağrışımlar çerçevesinde olacaktır.

 

Otizm veya otistik bozukluklar adı ile tanımlanan gelişimsel tabloda gelişimsel aksamaların nasıl bir süreçle ilerlediğini tam olarak bilmiyoruz. Öte yandan mutlak bir doğru peşine düşme kaygısı taşımaksızın özgürce düşünme şansını bulabileceğimiz bir metod ararsak, otizm durumu ve anne bağlantısı hakkında zihinsel ve ruhsal gelişim süreçlerini, psikanalitik kuramın açtığı  geniş ve özgür  alanda irdeleyebiliriz.

 

Otizm ve annelik hakkında düşünürken öncelikle yaşam pratiğinden, dış gerçeklik durumundan yola çıkalım. Genel olarak sağlık, eğitim ve ruh sağlığı politikalarını insan hakları ve toplum temelli olarak geliştirmiş olan ülkelerdeki durum ile az gelişmişlik sürecindeki yapılar oldukça farklı yaşamsal sorunları içeriyor. Bu bakımdan annenin dış dünyada karşılaştığı gerçeklik  iç dünyadaki yansımalar üzerinde de etkili olmaktadır. 

 

Dış dünya ve güncel yaşam gerçekliğinden bakılınca  kronik sağlık problemlerinin ailede ve anne üzerinde yarattığı etkilerin kişiden kişiye, toplumdan topluma epeyce farklı olduğunu görüyoruz. Birçok Avrupa ülkesi, Amerika ve Kanada’da yaşam boyu bakım ve destek gerektirebilecek sağlık sorunları ciddi ve kapsamlı programlarla ele alınıyor ve aile, anne farklı özelliklere sahip olan bebeğin/çocuğun bu programlarla desteklenmesinde sadece ebeveyn sorumluluğu ile yer alıyor. Bu durumda anne için duygularıyla ve iç dünyasında olup bitenle samimi bir şekilde karşılaşma ve onları işlemleme şansı daha yüksek olabilecektir diye düşünebiliriz. Otizm ve annelik hakkında doğrudan betimleyici çalışmalara rastlamak pek mümkün olmamıştır. Birkaç annenin otizm tanısı konulmuş olan çocuğu ile yaşadığı serüveni anlattığı kitaplar anı ve anekdotlar niteliğindedir. Bu kitaplarda annelerin yaşamda kalabilmek ve otizm sürecini taşıyabilmek için verdikleri mücadeleyi okumak mümkündür. (Tekeş, 2004; Aygözer, 2010) Weusten (2011) tarafından bildirilen, Maastricht Universitesinde yapılmış bir çalışma, çocuklarına otizm teşhisi konmuş üç anne tarafından yazılmış hikâyelerin analizini içermektedir. Makalenin yazarları, annelik ve aidiyetlerini fazlasıyla zorlamış olan otizm üzerine yapılmış söylemler arasında bağlantı kurarlar. Bu makalede yazarların bu sorunsal söylemler arasında arabuluculuk yaptığını görürüz. Söylevlerin içerdiği ikili zıtlıklara ayrıca dikkat edilmiştir. Bunun dışında, öykülerin fiziksel özelliklerine dikkat çekmeyi amaçlayan bir okuma stratejisi geliştirilmiştir. Makalede bazı yazarlar daha çok dil özellikleri üzerinde yoğunlaşmışlar, annelik ve otizm üzerine olan söylemlerden uzaklaşmışlardır.  

 

Toplumuzda herhangi bir engellilik, farklı gelişimsel özellik, zihinsel yetersizlik içinde bulunan bir çocuğun ailesi ve en çok da annesinin duygusal yükü, öncelikle sağlık ve eğitim politikalarındaki eksiklik ve yanlışlıklardan dolayı daha da ağır ve karmaşık hale geliyor.  Otizm ve annelik hakkında düşünmek birçok toplumsal  problemi dikkate almayı gerektiriyor. Otistik  çocuğun aileye gelişi ile karşılaşılan güçlükler, düşülen açmazlar, annenin ve otistik evladın birlikte yaşadıkları şiddetli çaresizlik ve acılar, toplumsal ayrımcılık ve dışlanma zorluklarıyla boğuşmayı gerektiriyor. Ailenin geleceğe ilişkin ağır sorumlulukları, umutsuzluk ve karamsarlığı, savunmaların yetersiz kaldığı sürekli bir tedirginlik halini yaratıyor.

 

Özellikle sağlık ve eğitim politikası sağlam temellere oturmamış olan ülkelerde/ülkemizde  ailenin ve en çok da annenin taşımak durumunda kaldığı ciddi yükler  var.  Yaşıtları gibi gelişim göstermeyen, ruhsal ve sosyal anlamda büyüyemeyen, tam olarak konuşamayan bir evladın yetişkin bir insan olma yönünde büyüyüp gelişmesi için pek çok işi ailenin üstlenmesi gerekiyor. Bu noktada  özellikle batı ülkelerinde devletin örgün kurumlarınca üstlenilen işlerin pek çoğu ülkemizde annenin çözmesi gereken bir dizi problemi içeriyor. Annelik doğum öncesinden başlayarak yaşam boyu taşınan bir özellik, bir sorumluluktur. Normal gelişim gösteren bireylerin belirli bir zamanda anneden, aileden yavaş yavaş ayrılması ve özerk bir birey olarak, bir yetişkin, bir erişkin olarak yaşama katılması durumunda bu sorumluluk yerini giderek uzaktan destek, sevgi ve dostluk alanına devreder. Farklı gelişim özellikleri gösteren çocuklar ve özellikle otistiklerde bu sorumluluk sarmal bir düzende ve anne-çocuk arasında döngüsel açmazların yaşandığı bir süreklilik içerir.  Bireyselliğin önemli sayıldığı toplumlarda çocuklar ergenliğin son aşamalarında ailelerden ayrılabilirler. Kendi giderlerini karşılayabildikleri, sorumluluklarını taşıyabildikleri bir yaşam kurmaları için desteklenirler. Ülkemizde  bireyleşme ve ayrışma süreçleri normal gelişen çocuklar ve gençler için dahi bu düzeyde bir evrim göstermemiştir. Aileden ayrılmak genellikle başka bir aile kurma yönünde bir adım ile, yani evlilikle ancak düşünülebilir. Bireyleşme ve ayrışma açılarından toplum bu halde iken  tabii ki otizm  ve annelik konusu da hayli karmaşık bir yapı içermektedir.

 

Yakınımızdan ülkemizden örneklere dair gözlem ve gerçeklere göz atarak başlayalım:

Otizm hakkında çalışırken tanık olduğumuz hikâyelerde görülmektedir ki, bebeklik ve erken çocukluk dönemlerinde silik bazı belirtiler öncelikle annelerin dikkatini çekmektedir. Bebeğin yaşıtlarından farklı özellikler taşıdığını görmek pek çok anne için oldukça sıradan bir durumdur. Oldukça erken bir zamanda memeden kesilme, memeyi reddetme veya emmeye dair beceriksizlik, uyku bozuklukları, aşırı ağlama, bezinin değiştirilmesi sırasında kaygılı ve şiddetli tepki, belirli seslere daha çok tepki verirken bazı sosyal içerikli seslere tepkisiz kalmak, sosyalleşmenin ilk basamaklarını yerine getirememe, yani göze bakmama, yüzleri tanımama, insanlarla karşılaşmada sevinç belirtisi göstermeme, parlak ve dönen cisimlere büyülenmiş gibi bakma hali, bir yaş civarında kelimeleri kullanmaya başlayamama. İsteklerini söz yerine ağlayarak belirtmeye çalışmak veya bir yetişkinin elini tutup istediği yere o el ile uzanarak  aldırtmaya çalışmak gibi, sıradan olmayan belirtiler hemen dikkati çeker. Bu ilk fark edişle birlikte annenin bebeği algılayışında da bir fark olacaktır. Yazımızın ileriki aşamalarında tutabilme ve kapsayabilme kapasitesi ile ilgili olarak biraz daha ayrıntılı değineceğimiz bu aşama belki de otizmin tüm gelişimsel tabloya yerleşmesine de zemin hazırlayan bir dönemeçtir. Annenin bu değişik, tuhaf durumla karşılaşmada yaşadığı şok bebekle ilişkisinde bundan sonraya dair bir farklı zemin yaratır. Bu aşamada bazı anneler muhtemelen kendi kişilik güçlerine da bağlı olarak hızla harekete geçmek ve gerekli doğru desteği almak için arayışa girmektedirler. Son yıllarda otizm hakkında epeyce yazı ve görüşe yer veren çeşitli yayınlara rastlamak daha olası hale gelmiştir. Ancak iyi tanınamayan pek çok durum için olduğu gibi otizm ve otistik bozukluk hakkında da çok ve çeşitli yaklaşımlar, bazen birbirine zıt öneri ve uygulamalarla da karşılaşılmaktadır. Geleneksel sosyal yapının hakim olduğu aileler ve çevrelerde bu arayış ve doğru desteklere ulaşma yolu biraz daha zor ve çetrefilli olabilir. Anne babanın bile, yetişkin yaşta olsa dahi erişkin olamadığı bir kültürün izleri hâlâ sürmektedir. Aile büyükleri denilen önceki kuşak duruma yön vermek ister. Bazı anneler bu yüzden çocuklarını doktora dahi götüremezler. Yeterince somut tanımların yapılamadığı otistik gelişim, bilgi yetersizliğinin olduğu her durumda karşılaştığımız gibi inançsal eğilimler ve duygusal tepkilere de yol açar. Bazen annenin çocuk için yapabileceği şeyler bu yüzden gecikebilir. Kültürümüzde halen karşılaştığımız cin çarpması ile açıklama, cin çıkartma yollarına başvurma gibi akıl dışı yöntemler, kocakarı ilacı denilen karışımlardan medet umma, çocuğu sert cezalarla yola getirmeye çalışma ve benzeri yolların hepsi aslında bir bakıma çaresizliğin göstergeleridir. Nedeni anlaşılamayan bir soruna ivedi veya sihirli, büyüsel bir destek arama çabasıdır. Bu ailelerin çoğunda bir gün bir şey olacak ve çocuk konuşuverecek, dili açılıverecek gibi beklentilerle uzun zaman geçer. Aile içindeki yakınların bu özellikler hakkındaki görüşleri yavaş yavaş konuşulmaya başlansa da genellikle bu dönemeçte yakalanabilecek bazı gelişimsel destek şansları kaçar! Bazen de aile kendini bu konuyu adeta bir sır gibi saklamak zorunda hisseder. Saklama eğilimi, dışlanma, ayrımcılık, damgalanma gibi risklere karşı korunma çabasıdır. Aslında bu saklama, saklanma eğilimi dahi çocuğun aile tarafından dışlanması anlamına gelmektedir. Annelerin yükü bu aşamada daha da katlanmaktadır. Hem ailede hem de sosyal hayatta yeri belirlenemeyen bir çocuğu taşımak, yetiştirmek, ona her haliyle sahip çıkmak zordur.  Bebeklik çağındaki silik belirtiler döneminden başlayarak artan önemli yaşam zorlukları birbiri ardına sıralanır. Doktorda muayene olmak, gerektiğinde kan alınması, diş tedavileri gibi sıradan sağlık işlemleri  büyük krizlerle yapılabilir, çoğu zaman da çocuk izin vermiyor denilerek  işlemden vazgeçilir! Sağlık çalışanları da farklı gelişen bir çocukla nasıl çalışılacağını çoğunlukla bilemezler.

 

Okul çağında, çocuğun yaşıtlarından farklı özellikleri iyice belirginleşir, normal çocukların aldığı eğitimi almaya uygun değildir. Özel yapılandırılmış bir eğitim gerekir. Bu eğitimi alması için gerekli raporların düzenlenmesi ailenin, sıklıkla annenin çeşitli resmi kurumlara çocukla birlikte gidip bir dizi formel işlemi bizzat takip etmesi gibi yeni yükler getirmektedir. Küçük kentlerde veya ilçelerde bu işler biraz daha kolay yürümekle birlikte çocuk için ve tabii ki aile için gelişimi destekleyici çalışmalar oldukça yetersizdir. Yine ülkemizdeki duruma baktığımızda, son yirmi yılda otizm kavramı ve gerektirdiği özel eğitim, sağaltım ve destek çalışmalarının örgün kurumlarca yürütülmesi adına bazı yasal düzenleme ve  uygulamalar  yapılmaktadır. Ancak bu uygulamaların çoğu henüz otizm tablosunun karmaşık yapısını anlayabilme merakından çok uzaktır. Anne-bebek, anne-çocuk ilişkisinde ortaya çıkabilecek aksamalar ve bu alanda yapılabilecek çalışmalarla ilerleme şansı oldukça düşüktür. Okul ve benzeri merkezlerde (rehabilitasyon kurumları) çoğunlukla koşullandırmaya bağlı davranış biçimlendirme yolları eğitim amaçlı kullanılmaktadır. Bu kurumlarda sıklıkla kullanılan anneye de ödev verme ve çocuğun evde eğitimini bire bir üstelenme görevi annenin kapsayıcı konumunu parçalayan önemli bir yanlıştır. Anneyi çocuğu olduğu gibi kabul eden ve sevgiyle taşıyabilen bir figür olmak yerine çocuğun değişmesini talep eden bir otorite figürüne dönüştürmektedir. Giderek annenin çocukla ilişkisi öğretmenin belirlediği bir ilişki halini almaktadır. Bu durumda ilişkideki üçüncü kişi, henüz ikili ilişkiyi tam olarak kuramamış anne ile çocuk arasında iç dünyadan tümüyle kopuk, mekanik bazı eylemlerin bazı durumlarda yapılmasını hedefleyen bir ilişkinin yerleşmesine yol açar. Ruhsal yapılanmanın çok erken dönemine takılı kalmış olan otistik çocuk, bu yolla  makineleşme gibi bir gelişim gösterebilir. Ancak konu bu kadar basit değildir elbette. Bu yolla eğitim alan çocukların yetişkinlik dönemlerine geldiklerinde fazlasıyla öfkeli, saldırgan, edinmiş olduğu sözde sosyal davranışları içselleştirememiş, istediğine ulaşamayınca vurup kıran, anneye saldıran ve aslında erişkin olmayan yetişkinler olarak büyüdüklerini görürüz. Anneye öfke duymak, çeşitli olasılıkları düşündürebilir. Belki en yakınında ve onu hiç terk etmeyecek biri olarak görmek ya da belki en derinde bir yerde onu yeterince ve ihtiyaç duyduğu gibi taşıyamamış olmasından dolayı derin bir küskünlük ve vazgeçiş. Ama kesin ve apaçık görünen odur ki, otistik dünyanın kendine özgü bir duygusallığı vardır.

 

 

Otizm, anne - çocuk ilişkisine nasıl yansıyor, otizm ve annelik iç dünyada nasıl tınlıyor?

Otistik çocuğun duygusal durumu görmezden gelindiğinde varoluş kaygılarıyla katlanan şiddetli bir korku, derin bir acı oluşur. Acıyı taşıyabilme kapasitesi gelişemediği için ve yaşamda kalabilmek için ilkel bir çaba ortaya çıkar. Yani korkup kaygılandığında saldırgan tepkilerle kendini gösteren bir dışavurum görülür. Buradan bakıldığında otistik gelişim tablosunda temel yapı nedir sorunsalı için şematik bir tanım yapabiliriz: Otizm, bebeğin ilk altı aylık dönemine ilişkin ruhsallık özelliklerinin hakim olduğu bir zihinsel durumdur. Melanie Klein’ın şizoid-paranoid konum olarak tanımladığı dönemin damgasını vurduğu bir yapılanmadır. Yine Klein’a göre düşünürsek; ilk altı ayda bebeğin, meme yoksunluğuna dayanacak gücü geliştireceği depresif konuma ilerleyememe halidir. Kendini besleyecek olan memeye hasedi ve memeyi bozması, memenin içine yerleştirdiği tahrip etme eğilimlerinin, kendi içindeki haset ve düşmanlığın meme tarafından kendisine geri saldırı olarak dönmesine karşı bir manik savunmadır. (Klein, 1928) Otistik çocukların çoğunlukla emmeyi reddettikleri veya bir iki ay gibi çok kısa süre içinde memeden ayrılmaları durumunun bu düzeneğin bir sonucu olması kuvvetle muhtemeldir. Çocuk fiziksel olarak büyür, gelişir, görüntüsü çoğunlukla uzunca bir süre “normal” gibi ilerler. Ancak  ruhsal gelişimin erken döneme takılıp kalması, onu sosyallik, zihinsellik ve dil gelişimi açısından tutuklu kılacaktır. Bebek gibi davranan bir ergen, bir yetişkin olarak yaşama devam edecektir. Tam bu noktada kısaca değinelim ki, otizm tablosunun ele alınışında ruhsallığın düzeyini gözden kaçırmamak, ilerlemeleri bu düzeyi dikkate alarak tasarlamak, çok büyük bir önem taşır. Ruhsallığın adım adım ilerlemesini dikkate alan bir gelişimsel planda, öncelikle psikodinamik bir tedavi alanına pedagojik, sosyal gelişim hedefleri yavaş yavaş eklemlenmelidir.

 

Günlük yaşam ve açmazların sarmal karmaşıklığı annenin kendi ruhsallığından kopmasına yol açabilir. Bireyleşme-ayrışma düzeyine ulaşamamış bir ruhsallığın, “ben” duyumuna ilerleyememiş bir zihnin annedeki karşılığı nasıl bir ruhsallık ve nasıl bir zihin olacaktır?  Ruhsal anlamda hiç büyüyemeyen bebeğini yaşamda tutabilme savaşı çoğu zaman  annede de ilkel savunmaların oraya çıkıp duruma hakim olması ile sonuçlanır. Karşılaştığı çaresizlik içinde şiddetli bir gerileme ve manik savunmalarla ayakta kalmaya çalışma hali ötesinde, anne ve çocuğun iç dünyalarında karşılıklı döngüsel etkileşimler olmaktadır. Dış dünya ve toplumun beklentileri, annelik durumuna dair atıflar, annenin kendi iç dünyasındaki düşlemler öylesine karmaşıktır ki,  dış dünyanın zorlukları, aklında kopan gürültüden kaçış için  tam da bu manik savunmalara zemin hazırlayan bir ateşleyicidir. Otistik çocuğun annesi manik savunma durumunda iken tümgüçlü bir tablo sergileyebilmekte, her şeyle kendi başına savaşıp bu sorunu tümüyle ortadan kaldırma hayallerine kapılabilmektedir. Önceden de belirttiğimiz gibi çok erken dönemde fark edilen belirtiler doğru bir planlama ile ele alınabilirse ve anne gerektiği gibi desteklenebilirse  otistik tablonun aşıldığı, oldukça yaratıcı ve hatta esprili bir ruhsal kapasitenin ortaya çıkabildiği olgular vardır. Yazının son bölümünde umut verici örnekler kapsamında paylaşılan olgular buna örnek teşkil edecektir. Ama çoğunlukla yukarıda sıraladığımız toplumsal, kurumsal, geleneksel, sosyal nedenlerle bu fırsat kaçar.

 

Otistik gelişim ile annenin iç dünyası  arasındaki etkileşim

Annelik hakkında düşündüğümüzde, annenin kapsayıcılığı (containing) yönünde Bion, annenin tutma ve taşıma kapasitesi (holding), bebeğin kendini ifade edebileceği bir alan yaratması ve geçiş süreci bağlamında Winnicott,  suçluluk ve onarım kavramları açısından  Klein, bireyleşm e- ayrışma süreçlerinin nasıl işlediğine dair de Mahler’in görüşleri çevresinde düşünmeye çalışacağım.

 

Doğumdan da önce başlayan tutma - taşıma  kapasitesi ve  kapsama gücü boyutundan bakarsak; beklenenden farklı özelliklerle gelen ve giderek engelli, özürlü diye damgalanacak bir çocuğu beslemek, yaşamda kalması için onu tutmak, taşımak, üstelik zorlayıcı koşullarda savunma durumunda kalarak kapsayabilmekten söz ediyoruz. Bu durumda bir bakıma verdiklerini geri alamadan devam etmenin, memesini reddeden, gözlerine bakmayan, sevgisine aldırmayan (ya da öyle görünen) bir bebeğin yarattığı hayal kırıklığına karşı aşırı savunmacı bir tutum gelişir. Bazen bu savunmacı tutum çevre tarafından da beslenir. Birçok anne ve yakınlarının, “onlar melek “ diyerek bu çocukları sözde yüceltir gibi görünen fakat bir yandan da  aslında insan bile olmadıklarını vurgulayan söylemleri... Otistik diye kullanılan ifadeyi şiddetle düzeltip, “Lütfen konuşmanıza dikkat edin, otistik değil, otizmli!” denmesini istemeleri gibi örneklerden yola çıkarsak; annenin çocuğu olduğu gibi kabul edip yeterince kapsayıcı bir güçle taşıyamadığını düşünebiliriz. Bu durumdaki annenin çiftdeğerli (ambivalan) duygular içinde kalmışlığı, yadsıma/inkâr ve ülküleştirme  gibi savunmaların geliştiğini düşündürür. Bu savunmalar, bazı olgu örneklerimizin sözlerinden de duyulabilir. “Yaşam onunla daha anlamlı oldu. Yoksa hiçbir anlamın değerini bilmeden yaşayıp gidecektik”; ”Otizmi anlamaya çalışırken normalliğin saçma bir şey olduğunu anladım.”

 

Mahler’e göre (2003) altı ve yedinci aylarda bebek "yumurtadan çıkma" adını verdiği evrede  gelişimde yeni bir sıçrama başarır. Hareketlerinde amaç yönelimi ve süreklilik sağlayan bir  yapı görülür. Artık kucaklandığında, kendine özgü hareketler ve davranışlar göstermektedir. Anneyi incelemeye başlamıştır. Onun yüzünü, mimiklerini ve ifadelerini özel bir ilgiyle izlemektedir. Bir ona, bir diğer insanlara bakarak, onu diğer insanlarla karşılaştırmaya başlar. Annenin incelenmesi bittikten sonra, dikkat ötekilere döner. Sosyalleşme için ilk adımları atmaya hazırdır.

 

Otistik çocuk Mahler’in tanımladığı yumurtadan çıkma sınavını geçemez. Bireyleşebilmenin önemli bir evresini aşamaz. Annenin incelenmesi, yüzünü ve mimiklerini tanıma, sonra da diğer insanları tanıma merakı hiç başlamaz. Veya sanki zaten herkesi önceden de biliyormuş ve şimdi dikkat etmesine hiç ihtiyacı yokmuş gibi umursamaz bir görüntü de verebilir.

 

Bireyleşme ve ayrışmanın olamaması, çocuğun ruhsal anlamda ilerleyememesi annede nasıl bir yansıma bulmaktadır diye düşünürsek, annenin kendi ruhsallığı elbette bu karşılaşmada ilişkinin yapısını belirleyici  bir rol oynar. Karşılaştığı hayal kırıklığı kendi öyküsündeki  gelişimsel dönemeçlerin tetiklenmesine yol açar. Kendi ruhsal bireyleşme sürecini nasıl ve ne düzeyde sağlayabildiğine bağlı olarak birçok anne adeta bebeğe yapışık bir durumda kalmaktadır. Bu noktada kültüre özgü eğilimleri de elbette dikkate almak gerekir. Annelik rolünden beklenenler, kendi bireysel seçimlerine fırsat vermeyecek kadar etkili olabilmektedir. Bu durumu örneklediğini düşündüğüm bazı paylaşımlara yer vermek isterim:

 

Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Özel Eğitim Yüksek Lisans Programında otistik çocukların aileleri için yürütülen destekleyici grup çalışmasına 16 anne ve sadece 2 baba katılmıştı. (Bu tür çalışmalara çoğunlukla sadece anneler rağbet etmektedir.) Annelerden bazılarının şöyle paylaşımları olmuştu:

 

“Buraya gelmek için uzun bir yol var, ama hiç olmazsa kendi kendime kalabiliyorum. Yoksa evde beni bir dakika bırakmıyor.”

“Kendim için bir şeyler yapmak güzel ama işte, uzakta olunca ne olur ne olmaz diye tedirgin oluyorum. Suçluluk duyuyorum sanki.”

 

 Bu sözler, onu terk etmiş gibi hissediş, kurtulma fantezileriyle yüzleşmeye karşı yapışma hali ayrışmamış olmanın açık izlerini taşımaktadır. Birçok anne büyüyemeyen bebeği ile aynı düzeye gerileme yaşar ve ilkel savunmaların içinde kalır.

 

Gerilemeyle ortaya çıkan bir zihin durumuna dair yaşantılardan biri de yansıtmalı özdeşim olarak tanımlanabilir. (Klein, 1923) Sanki aynı varlıkmış gibi iki bedende tek zihin işlemesi hali, bazen tek beden gibi deneyimlenen yaşantılar... Anne sanki çocuğun bulunduğu düzeye inip oradan yeniden başlayıp yeniden büyüyecekmiş gibidir. Yapışıklık hisleri, birlikte aynı acıları duyumsama hisleri yaşantılanabilir. Otizmde annelik durumunun nasıl yaşandığına dair sorgulamaları tek tek çalışılmış olan olgu örneklerinden de yola çıkarak ilerlemek aydınlatıcı olabilir.

 

Önce yapışıklık durumuna örnek olarak bir anekdot paylaşalım: Otuz dokuz yaşındaki annenin köpek fobisi vardır. Otistik olan kızı o sırada yedi yaşındadır. Anne İstanbul Heybeliada’da geçen bir öyküyü yıllar sonra şöyle anlatmaktadır. ( Eracar, 1999)

 

“Hafta sonu için bir arkadaşımın adadaki evine davetliydik. Kızımla birlikte bana uzun gelen bir vapur yolculuğundan sonra nihayet adada idik. Arkadaşımın kapısını çaldım ve içerden “hav” diye bir cevap geldi. Tabii ki yüreğim ağzıma geldi benim de. Cumartesi ve pazarı geçireceğim evde bir köpek vardı. Kışlık evden tanıdığım ve uzaktan sevimli bulduğum bu hayvan, buradaydı. Onu iyi tanıyordum. Küçük ve çok hareketli bir köpekti. Oyunbazdı. Oyun oynamak için üzerime atlama ihtimali bile taşikardi yaşamama sebep oluyordu. Ama çaresizdim artık. Kapı açıldı. Köpek uzaklaştırılmaya çalışıldı. Biz ön odada, o arkada, mutfak ve bahçede. Fakat kızım E. onun peşinden koşmaktan, onunla oynamaktan çok hoşlandı. Sonunda kapılar açıldı. Tabii ki annelik sorumluluğum ile onları yalnız bırakmaya da razı olmadım. Sonuçta korktuğum bir varlıkla kızımı yalnız bırakmak mümkün değildi. Oyunları tuhaf ve enteresandı. Önce köpek hızla koşup evi boydan boya geçiyor, kızım bir santim ara ile onun peşinden koşuyor, sonra önde kızım, ardında hayvan aynı oyun tekrarlanıyordu. Arada bir biri yere düşüyor, diğeri onun üstüne atlıyordu. Sanki ikisi aynı şeydiler. Asıl zorluğum bu oyunun içindeki bir süreçte oldu. Kızım köpeğin sepetine yatıyor, hadi gel gel diyerek onu çağırıyor, elini ağzına sokuyor, köpek boğulacak gibi olsa da zarar verici hiçbir eylemde bulunmuyor. Sanki birbirlerini çok iyi anlıyorlar. Köpek onun karnında zıplayıp debeleniyor, sonra kendisi köpeğin üstüne çıkmaya çalışıyor.  İkisi de aynı cins, aynı tür gibiler. Bunları izlerken ben, köpeği kendi karnımda zıplıyor gibi hissediyorum. Korkudan ölecek gibiyim. Ama o hiç korkmuyor gibi. Hatta öyle çok gülüp eğleniyor ki, inanamıyorum. Yani bu durumu bedensel olarak tam zıt yaşamaktayız. Ada turu yaparken köpek de bizimle.  Arada benim de üstüme atlıyor tabii.  Ben çaresiz katlanıyorum. İki gün böyle geçti ve döndük. Asıl şaşkınlığım bundan sonra oldu. Çok ilginçti, ama artık köpeklerden korkmamaya başladım. Sanki köpek onun değil, benim bedenimde oynamıştı. Ben tam korktuğumun başıma geldiği bir deneyim yaşamıştım, sanki korktuğum durumu yaşayıp korkuya karşı duyarsızlaşmıştım. Aynı bedende olmadığımızı tabii ki biliyordum, ama anlamamışım!  O deneyime kadar… Kızımın büyülü bedeni beni tutsak olduğum bir korkudan kurtardı.”

 

Bu anekdot, yansıtmalı özdeşimi canlı olarak yaşamanın nasıl bir şey olduğuna dair bazı şeyleri anlamamıza  bir parça ışık tutarken, yapışıklık ve ayrılamama halinin öncelikli kimden kaynaklandığı hakkında biraz da kafa karıştıran bazı sorular akla getirmektedir. Ayrılamayan bebek midir, yoksa anne mi? Bebeğin ayrılamaması, ayrışamamayı mı yaratıyor? Bu sürecin nasıl başladığı ve nasıl ilerlediği tartışılması gereken bir noktadır. Bu anekdotta çocuk anneden, annenin bedeninden ayrı olduğunu deneyimleyebildiği, gösterebildiği bir oyun içindedir. Ama süreç, bu oyunu oynayabilmesi için annenin ona açtığı bir alanda gerçekleşmektedir.  Winnicott’un  tanımladığı geçiş kavramları açısından bakarsak; anne çocuğun kendi ihtiyacını dışa vurabileceği bir fırsatı çocuktan esirgememiştir.  (Winnicott 1960) İki günlük süreçte tüm eylemler birlikte gerçekleşmiştir. Anne çocuğun kendini  istediği gibi yaşayabildiği, eğlenerek oyun oynayabildiği bir sürece yavaş yavaş alışmış, onun oyununa eşlik etmiştir. Burada çocuğun özneleşme sürecine dair önemli bir ilerleme kaydettiği söylenebilir.

 

Anne  korkusuna rağmen  o evde kalmayı, çocuğunun oyununu izlemeyi, şiddetli korkular içinde o duruma tahammül etmeyi seçmiştir. Bu durumu annelik  süreci bakımından yorumlarsak, Bion’un (1962) annenin kapsayıcı konumuna dair tanımladığı alfa işlevinden söz edilebilir . Otistik çocuğun yedi yaşına rağmen ruhsallığının altı aylık bir bebek düzeyinde olduğu ihtimalini hatırlayarak düşünürsek, çocuktan gelen beta öğelerini, oyunları, eylemleri, normal gelişim durumu için belki tuhaf ve saçma gelebilecek davranışları (köpekle sanki bir oyuncakmış gibi oynamak, sanki bir insanmış gibi konuşmak) kendi zihninde toplamakta, kızı mutlu oluyor diye kendi rahatsız olduğu bir duruma razı olup orada kalmaya tahammül etmektedir. (Bu olgu şu anda otuz bir yaşında ve haftanın dört günü bir iş yerinde hafif desteklenmek suretiyle çalışmakta, bir miktar gelir de sağlamaktadır)

 

Tek zihne sahipmiş gibi yaşama durumuna ilişkin bazı başka örnekler de vermek mümkündür. Bayan  D. İ. ve dokuz yaşındaki oğlu T. H.’nin yaşadıkları ortak bir deneyim; anne tarafından dışlayıcı bakışlar karşısında utanç hisleri ile baş edememe olarak aktarılan ankedot şöyledir:

 

“ Deniz otobüsü ile tedavi için yolculuktayız. Oğluma  çok ters bakıldığını görüyorum. Çocuk tuhaf davranıyor, ama o bir  çocuk.  Onu savunmak istiyorum. Dışlayıcı  bakışlar var çevrede. Israrla bakıyorlar. Sonra da bana bakıyorlar. Bir şey söylemeyecek misin, bir şey yapmayacak mısın der gibiler. Yol uzun. Bitmek bilmiyor sanki. İçimden onlara kaldırıp bir şey vurmak geldi. O sırada oğlum fırlayıp ters bakan adama bir tane geçirdi. Sanki ona  bunu söylemişim gibi. Ne yapacağımı şaşırdım. Utandım. Ama asıl beni şaşırtan aklımdan geçen şeyi onun yapmasıydı.”

 

Mesleği hekimlik olan bu  annenin anlattığı yaşantıda annenin zihni sanki çocukla bire bir aynı gibidir. Aynı zamanda sanki çocuğu izleyen diğer insanların zihinlerinden geçeni de biliyormuş gibi bir duygulanım tarif edilmektedir. Annenin çocuğu anlayabilmek ve ona destek olmak için çocuğun zihin durumuna gerilediğini ve belki kendisindeki yatkınlığın, preödipal döneme ilişkin geçmişin de tetiklenmesiyle yansıtmalı özdeşim sürecine girdiğini söyleyebiliriz.

 

Çalıştığımız diğer olgulardan ikisinde de çocuktaki ilerlemelerin annedeki gerilemeyi şiddetlendirdiğini görmekteyiz. “Bölme mekanizması” ile annede  bir yanıyla çocukla bire bir aynı olan bir zihin, diğer yandan onu taşıyabilecek güçte süper bir yetişkin durumu arasında salınım hali  ve zıt duygular içeren durumlar ortaya çıkmıştır.  İlkel çocuksu ruhsal durum ile süper yetişkin tutumu sergileyen ruhsal parçalar arasında hiçbir kesişme yokmuş gibidir.  Bayan  Ö. E.,  Çocuğun ilerlemesi için tüm kaynaklarını seferber etmiş, oğlunun bilişsel gelişim sürecine hayli destek sağlamıştır. T.’nin sosyal ve duygusal gelişiminin hedeflendiği bir proje içinde ilginç bazı gelişmeler gözlenmiştir. On altı yaşındaki çocuğu T.’nin psikoterapi, eğitim ve rehabilitasyon gibi desteklerle sosyal işlevselliğinin ilerlediği bir durumda anne, Bayan Ö. E., çocuğun attığı yeni adımlar hakkında tepkisel ve inkârcı bir tutuma girmiştir. Sanki artık çocuk büyümemeli, bu durumdan çıkmamalı gibi.

 

Önce bizleri hayli düşündüren bu çelişik tutumun arkasında ne olup bittiğini anlamak zaman almıştı. Bu durumu şöyle yorumladık: Yaşıtlarından hayli farklı olan çocuğunu yetiştirme güçlükleriyle boğuşan annenin yaşam akışı sadece çocuğun eğitim, rehabilitasyon programlarına katılımı için koşturmaktan ibaret olmuştur. Giderek yaşamda tutunacak başka bir şeyi kalmamış durumdadır. Kimliği otistik annesi olma alanına sıkışmıştır. Çocuğa yapışık durarak onu olduğu yerde tutar. İlerleme gösterdiğinde psikoterapistin ve eğitimcinin kişiliğine veya kurumun etkisine haset ettiğini düşündürecek tepkiler vermiştir. O ana kadar kendisi için de “iyi” olan nesneler; psikoterpistler ve eğitimciler, birden “kötü” durumuna geçmişlerdir. Olgumuz T. desteklendiği programa birkaç taşıt değiştirerek kendi başına gelebilmeye başladığında annesi onu sabahları yataktan kaldıramamaktan yakınmaya başlamıştı ve  son zamanlarda çocuğun durumunun hiç iyiye gitmediğine inanıyordu. Başka bir kuruma, başka bir doktora gitmeyi ve ilaçlarının yeniden düzenlenmesini düşündüğünü bildirdi. Bize de başka bir kurumdan devrolmuştu. Aile destek çalışmasında bu durumun dikkatle paylaşılması ve yorumlanması sonucunda gelişmeyi ve çocuğun kendisinden ayrılabilme potansiyelini daha olgun bir şekilde taşıyabilecek bir duruma geldi.  Bir diğer anne, oğlu babası ile birlikte uzak yol gemi işinde çalışabilmeye başlayınca patolojik düzeyde hastalandı ve bir psikiyatristle ilaç tedavisi sürecine karar verdi.

 

Gerek dış dünya koşullarının zorlayıcılığı, gerekse iç dünyanın karmaşıklığı ile otistik çocuğu olan annenin  duygusal ve davranışsal olarak koruyucu ve kollayıcı duruşunun faydaları kadar zararlarının da olabildiğini düşündüğümüz gözlemlerimiz vardır. Koruma ve kollama, yaşamda birlikte durabilme savaşının sonuçları olarak;  “sadece ve ancak birlikte durabilme” durumuna dönüşebilir. Çocuğun kendi başına bir şeyler yapabilme durumunu, ilerleyebileceği alanları görememe ve açamama hali oluşabilir. Bu durum gerilemenin hastalıklı bir düzeye inmesi ve takılma gibi yorumlanabilir. Anne ve çocuk adeta asalak yaşayan iki ilkel varlık durumuna gelebilirler.  Otistik çocuk ve gençlerle normal gelişim gösteren yaşıtlarının birlikte katıldığı  entegrasyon/kaynaşma, bütünleşme amaçlı bir yaz kampında yaşanan iki durum bu takılma halini düşünmemize yol açmıştır. Aileler kampa katılamazlar ve isterlerse yakınlarda bir yerde istedikleri gibi tatil yapabilirler. (Eracar, 1999) Arzu eden aileler kendileri için düzenlenmiş olan aile destek programına katılabilirler. Katılımcılarımızdan otistik bir ergen, A. C., o sırada on altı yaşındadır. Kamp mekanımızda bulunan havuzda rahat bir şekilde ve keyifle yüzebilmektedir. Ancak çantasında iki adet kolluk bulunmaktadır. A. C., kollukları kullanmaya yeltenmemiştir. Aile destek çalışmasında bu kollukların neden konulduğu sorulduğunda konu aydınlanır: A. C’nin annesi Bayan M. A., oğlunun yüzebildiğini bilmemektedir. Büyük bir şaşkınlık yaşar ve inanamaz. Bu anne kendisine fotoğraf ve videolar gösterildiğinde ikna olmuştu ve bu durumun anlamı hakkında kendisi ile çalışma fırsatımız doğmuştu.

 

Benzer bir durum on dokuz yaşındaki diğer bir katılımcımızın Antalya falezlerinde büyük bir keyifle denize girdiği, kolunda kolluklarla ve aslında onlara hiç ihtiyaç duymadan yüzdüğünü gördüğümüz bir başka kampta yaşandı. Ablasının bir belgesel yapmak üzere bulunduğu bu kampta abla bizzat video çekerken bir şok yaşamıştı. Henüz genç bir bayan olan ablanın bu durumu annesine nasıl anlatabileceği ile ilgili kaygıları olmuştu. Annenin otistik kardeşini asla kolluksuz denize bırakamayacağını  düşünmekteydi.

 

Bu iki örnekten  yola çıkarak otistik çocuğun annesinde belki belirli bir süre sonunda güvenli gibi duran bir alana yapışıp orada sabit bir şekilde kalma durumunu görmekteyiz. Krizlerin, ağır yaralayıcı travmaların yaşandığı bir öykü içinde görece risksiz bir köşeye sığınmakta, orada  hareketsiz kalmaktadırlar. Belki gerileme ve saplanma ile ilgili olan bu durum ilkel organizmaları ve birbirinden beslenerek yaşam sürdüren ortak yaşam canlılarını akla getiriyor. Aslında bu durum çeşitli düzeylerde birçok engelli ve annesinin ortak yaşamında da gözlemlenebilir. Otistik ve anne birlikteliği bu durumu çok daha açık bir şekilde gözlemleyebildiğimiz bir tablodur. Yaşama tutunmaktan vazgeçmeyen libido güvenli hissedilen bir alana sığınmış zihinleri beslemeye çalışmaktadır.

 

Umut verici iki örnek

Erken başvuru ve sistemli çalışma ve izleme ile  gelişimsel problemi geride bırakmış iki olgu örneğinden söz etmekte yarar görmekteyim. Gelişimin dikkatle izlenip değerlendirildiği, annenin gerektiği gibi desteklenmesi, gelişimsel aksamaların erken dönemden başlayarak onarılmasına ilişkin umut verici sonuçların alındığı bir programda anne ile çalışmak ciddi katkılar sağlayabilmektedir. Annenin çocuğun durumuna ilişkin duygularının farkına varması, kendi geçmiş yaşantılarıyla yüzleşme, depresif durumu gerçekçi bir şekilde yaşama, tümgüçlü manik savunmacı tutumdan kurtulma, gerçeği olduğu gibi kabul etme, sahicilik, çocukla dürüst ve manipülatif olmayan bir ilişki kurma yönünde gelişimi, çocukla kurduğu ilişkinin daha kapsayıcı ve taşıyabilen bir ilişki olması çocuğun gelişimini onarır.

 

Y. K. olgusu, çocuk ve anne ile eşzamanlı çalışılmış olan kapsamlı bir programı içermektedir. Çocukla yapılan çalışma bir başka makalenin konusu olacaktır. Kısaca söz edecek olursak, çocuğun oyun aracılığı ile kendini ifade edebildiği psikodinamik yönelimli bir çalışmadır. 

 

Y. K.’nın ailesi ile çalışmayı kısaca özetleyelim. Bayan A., 30 yaşında bir anneydi. Bayan A. ile psikolojik destek çalışması, aynı kurumda, gelişimsel problemler konusunda uzman, farklı gelişenlerin aileleriyle çalışmalarda deneyimli bir yetişkin terapisti tarafından yapıldı. Başvuru yakınmaları şöyleydi:  İki çocuğu vardı. Y. K., ikinci çocuk olarak dünyaya gelmişti. Y. K.’nın gelişimsel özellikleri hakkında şiddetli bir kaygı ile durumu aktardı. Y. K.’nın bir gece hiç uyumadığını, gözlerini bir noktaya sabitleyip şiddetle ağladığını, tedirgin ve huzursuz olduğunu, sakinleştirme girişimlerine cevap vermediğini, ailedeki herkesin, bu arada dört yaş büyük olan ablanın da yoğun bir kaygı yaşadığını, babanın çaresizliğe bağlı olarak biraz öfkeli davrandığını ve duruma ilişkin kendi kaygılarını anlattı. Kliniğimizde otizm ve benzeri gelişimsel problemlerle çalışıldığını bildiğinden, bu duruma nasıl bir anlam vereceğimiz hakkında oldukça endişeliydi. Adeta “Önemli bir şey yok, yaşı gereği bazen böyle şeyler olur” dememizi bekliyor gibiydi.

 

Gelişimsel aksamaların erken dönemde fark edilmesi ve gelişimin uygun şekilde uyarılması durumunda “hastalık” tablosuna dönüşmeden önlenebildiğini düşünmekte ve bu yönde çalışmalar sürdürmekteyiz. (Eracar, 2006) Bu anlamda, yapılan çalışmanın bir bakıma “koruyucu ruh sağlığı” niteliği vardır. Bu aşamada; annenin endişelerini ciddiye almak, ancak onu ürkütmeden uygun bir yorum ve değerlendirme yapmak gerekir.

 

Bayan A.’nın aktardığı ön belirtiler niteliğindeki tabloyu kesinlikle ciddiye almak, gerekli müdahaleleri gerektiği gibi planlamak önemliydi. Tüm bunların planlanıp uygulanması sırasında ailenin psikolojik desteğe olan ihtiyacını gözden kaçırmamalıydık. Y. K.’nın gelişimsel değerlendirmelerinin yapıldığı dört haftalık dönemden başlayarak Bayan A. ile  her hafta düzenli olarak görüşüldü, Y. K.’ya ilişkin gözlemleri alındı.

 

Annenin çocuğu olduğu gibi kabullenmesi ve ona duyduğu hayranlık, gösterdiği tahammül, çocuğun gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır. Yazının ilk bölümlerinde değindiğimiz noktaları kısaca toparlarsak; annenin çocuğu ile kurmakta olduğu ilişki, ondan aldığı geri dönüşlerle beslenir ve çoğalır. Doğası itibariyle anne ve bebeği karşılıklı olarak sürekli şaşırtan bu ilişki, her ikisinin de gelişimine yol açmaktadır. Günden güne gelişen bebek, attığı her yeni adımda hem şaşkınlık, hem de mutluluk ve gurur vermektedir. Geleceği, kendi ayakları üzerinde durması, toplum içinde itibarlı bir yer alması, bu aşamalardan başlayarak ailenin başlıca hedefleridir. Y. K.’nın annesi, gerek sezgileri, gerek hissettikleriyle bu hedefleri de içeren endişeyi bire bir göstermekteydi. Dış dünyası, beklentilere aykırı bir sinyal veriyordu; iç dünyasındaki yansımalar, duyguları, içinden çıkılması zor bir kargaşaya yol açmaktaydı. Bu yüzden Bayan A. ile yapılan çalışmanın (bir başka makalede uzunca anlatılabilecek) başlıca iki ayağı vardı: Birincisi, Y. K. ile ilgili gözlemlerini biriktirmesi ve anlatması, ikincisi ise gözlem ve izlenimlerin kendi iç dünyasındaki yansımaları hakkında bilinç ve içgörü kazanması.

 

Bayan A. mübadele göçmenlerinden, göçten sonraki ikinci nesilden geleneksel bir ailenin ilk kızıydı. Biri kız, diğerleri erkek üç kardeşi vardı. Ailesi zor günleri geride bırakmış, oldukça varlıklı bir hayat yaşamıştı. Görücü usulü, benzer kültüre mensup, yine oldukça varlıklı bir aileden yaşına uygun bir gençle evlenmişti. Eşinin maddi durumu ülke standartlarına göre hayli yüksekti. Evlendiği zaman örtünmüş, annesi de kendisiyle aynı zamanda örtünmeye başlamıştı. Yaşam düzenekleri bir yandan dini ritüelleri, diğer yandan yoğunca bir sosyal yaşama katılımı içermekteydi. Bayan A.’nın bakımlı, fakat sade bir giyimi vardı. Kendisi İstanbul’da bir Fransız lisesinin son sınıfında iken ailesinin, özellikle de anne ve anneannesinin telkiniyle evliliğe karar vermiş, lise bitirme sınavlarını sonradan tamamlamış ve mezun olmuştu. Lisede çok başarılı olduğunu söyleyen Bayan A. üniversiteye gidememesini “içinde kalmış, giderilmemiş bir arzu” olarak tanımlamaktaydı. Resim yapıyor, çeşitli kurslarla kendini zenginleştirmeye çalışıyordu.

 

Önceleri, adeta çalışkan bir öğrenci gibi, disiplinli bir şekilde notlar alıyor, sıraya da dikkat ederek bunları aktarıyordu. Bu süreç, terapist tarafından kaygıya karşı bir savunma (inkâr) olarak değerlendirildi. Psikodinamik yönelimli bir sistemle çalışılması bakımından bu değerlendirmeler yeterince olgunlaşmadan Bayan A.’ya açıklanmadı ve yorumlanmadı. Bayan A.’nın tahammül gücünün artması için Y.K.’nın gelişiminde sağlıklı olan yanlar vurgulandı ve tüm insanlarda var olan sağlık geninin (salutogenez) önemi hakkında zaman zaman etraflı bilgiler verildi. Bir ay (dört hafta, haftada bir ) süren, gözlem ve  değerlendirme amaçlı oyun çalışmaları sonunda saptanmış olan tablo anneye etraflıca açıklandı. Yapılması öngörülen terapi çalışması hakkında bilgi verildi. Y. K’nın gelişiminin sosyal/duygusal alanda gerektiği gibi uyarılması ve bir bakıma tıkanmanın açılması sonunda, bilişsel alan ve dil alanında gelişmelerin normal seyredebileceği olasılığı ayrıntılarıyla konuşuldu. Tüm bu paylaşımlar sırasında temel fikir Bayan A.’nın Y. K.’yı “tutma ve taşıma işlevleri”ni güçlendirebileceği özelliklerine destek verilmesi idi. Seanslar,  psikodinamik formülasyon ve   psikanlitik psikoterapi teknikleriyle sürdürüldü. Bayan A., gerek kendi ailesi ile geçmiş yaşantıları ve kendi gelişimi, gerekse evliliği ve bu evliliğin iç yüzünde var olan karmaşık güdülerin ayırdına varma yönünde ilerledi. İç dünyasında yer etmiş öfke ve çaresizlikleri, yaratıcı gücünü baskılayan dogmaların onun benliği ve çeşitli rolleri üzerindeki etkileri hakkında düşündü. Kendi annesi ile çocuklarına sunduğu annelik arasındaki bağları, benzerlik ve ayrımları gördü ve yorumladı.

 

Y. K.’nın yirmi aylık terapisi sırasında anne, haftada iki kez görüşmeye geldi. Bu sürenin ortalama olarak yarısı Y. K. ve gösterdiği gelişimler hakkında, diğer yarısı da kendi ilişkileri ve kendi annelik serüveni hakkında farkındalıklarla gelişti. Bayan A., kendi evlat olma rolü ile anne olma rolü arasında nasıl bir bağ olduğunu gördükçe Y. K. ve diğer çocuğu ile olan ilişkisinde sabır ve tahammül gücü arttı. Özellikle Y.K’nın kakayı tuvalete yapmaya ikna olması için uzun bir zaman tahammüllü davranabilmesi aldığı psikoterapötik destekten yararlandığını göstermektedir. 

 

Bu arada anne, kızı için de endişeler taşıdığını dile getirdi. Y. K.’nın  ablasının da sürece  tanıklığı ve katılımı dikkate alındı. Kardeşinin öyküsüyle ortaya çıkan ya da bu bağlamda dikkati çeken bir durgunluk ve dikkat dağınıklığından söz edildi.  Abla, destekleyici oyun terapisine devam etmektedir. Yaklaşık dört yılı bulan tedavisinde iç dünyasında birikmiş olan öfkenin ve yaşama yansıyan tutukluğun üstesinden gelmeye çok yakınlaşmış durumdadır. Başlarda okuldan gelen dikkat dağınıklığı yakınması tümüyle ortadan kalkmıştır. Okul başarısı beklenen düzeydedir. Kendi gelişiminden hoşnut, kardeşini desteklemeye açık bir duruma gelmiştir.

 

Bay B. (baba), ilk değerlendirmeler yapılırken, (ikinci hafta) anne ile birlikte görüşmeye geldi. Anneye göre daha az endişeli, yahut daha inkâra yakın bir savunma içinde idi. Belki de geleneksel yapıda, biraz da bazı şeyleri “Allah”a bırakma kalıbı ile düşünmeyi seçmişti. Bununla birlikte çocukların gelişiminde ve yetiştirilmesinde eşine güven duyduğu hissediliyordu. Bayan A.’nın seanslara düzenli gelişi, aile içindeki tutum ve bakış açılarının değişimi, giderek aile sisteminde de bir değişime yol açtı. Bayan A., çocuğun gösterdiği gelişimle ilgili tüm ayrıntıları eşi ile paylaştı. Bay B., ilerleyen zamanda; önceleri çok endişelendiğini ve korktuğunu sözlü olarak eşine itiraf etti.

 

Bayan A.’nın insan, kadın, anne olarak gelişimi, inisiyatif kullanabilme, kararlılık, yaratıcılığını geri kazanma, toplum içinde aldığı rollerin ve yaşama bakış açısının değişimi, gerek aile içinde, gerekse yakın aile çevresindeki ilişkin atıflarını ve duruşunu değiştirdi. Y. K.’nın başta herkes tarafından görülen, ama dile dökülmeyen durumu yeri geldiğinde geniş aile içindeki bireylerle de paylaşılabildi. İnkârla uğraşmanın yükü yerine kabul etmenin huzur ve sükûneti hissedilir şekilde yaşanmaya başlandı. Y. K., çevresinden gördüğü kabul ve tahammül ile daha güvenli bir ilişki bağlamında yaşamaya başladı. Döngüsel süreç, ailenin tüm sisteminde yansımalarını buldu. (Eracar, 2015)

 

Bayan A., kendi gelişimi ve annelik rolü hakkında aldığı yola devam etmekte, terapisi düzenli olarak sürmektedir. Y. K., yaşıtlarına göre daha da ileri bir sosyal/ duygusal gelişim ve dil becerisine sahip bir çocuk. Halen ilkokul 2. sınıfa devam etmekte ve gerek akademik  gerekse sosyal bakımdan hayli başarılı bulunmaktadır. Bu çalışmalar yapılmasa idi ne durumda olurdu bunu bilmiyoruz. Ancak çalışmamız, gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz bize, otistik belirtilerin veya gelişimsel aksamaların hissedilmeye başlanması ile -pek çok yerde olduğu gibi - kesin tanı için vakit kaybedilmeden hem çocuğu/bebeği, hem de aileyi sistemli şekilde desteklemenin işlevsel ve gerekli olduğunu göstermektedir. (Eracar, 2015)

 

D. G.’nin ailesi,  D.’nin değişik ve özel bir çocuk olduğunu kabullenmiş olarak gelmişlerdi. D. o sırada beş yaşını sürüyordu ve okula başlamak üzereydi. Konuşma ve iletişim problemi yok gibiydi. Ama bir tuhaflığı vardı. Ailenin kaygısı, okula başlayınca yaşıtları ve öğretmenler tarafından anlaşılamama olasılığıydı. Dört haftalık gözlem ve değerlendirme sonucunda duygusal ve sosyal gelişimin oldukça ilkel bir düzeyde kaldığı, bilişsel gelişim ve dil gelişiminin mekanik bir biçimde ilerlemiş olduğu saptandı. Uzay ve mühendislik alanına ilişkin keşif dolu resimler yapıyor, ama sanki yaptığı resimlerle birlikte yarattığı başka bir gezegende yaşıyor gibiydi. Resimleri anlatıyordu, fakat anlattığı kişi ile ilişki içinde olmuyordu. İhtiyaçlarını düzgün bir dille ifade ediyor, sevgisini sadece annesine veya babasının kucağına sımsıkı yerleşerek, bir bakıma yapışarak dışa vuruyordu. Anne “Çok akıllı ama bazen sanki onu bebek gibi görüyorum” demişti.  Gelişimsel öyküsü dinlendiğinde, ilk gittikleri ve halen onu izleyen hekim bir pedagoga yönlendirmişti; pedagog durumu anlamış fakat aileye tanıdan bahsetmemişti. Sadece çocukla ne şekilde ilgilenilmesi gerektiğine dair desteklemeler yapmıştı. Aile otizm sözcüğünü içten içe biliyordu, fakat bu sözcük hiç dile gelmiyordu. Bunu aile ile yapılan seansların ilerleyen aşamalarında kendileri de ifade ettiler.  Gittikleri uzmanın örtük olarak hissettirdiği durumla başa çıkabilmek için gerçekten doğru bir çaba içine girdikleri, başarılı oldukları anlaşılıyordu. Y. K. olgusunda olduğu gibi, çocukla ve aile ile ayrı ayrı çalışıldı. Anne ve babanın kendi duyguları hakkında farkındalık kazanması yönünde ilerledik. Psikolojik zihinliliği oldukça yüksek bir anne baba ile karşı karşıyaydık. Bu büyük bir şanstı. Aynı zamanda durum hakkında anne ve babanın  benzer duygusal olgunluk içinde olmaları da başka bir şanstı. On sekiz aylık bir çalışma ile gerek anne ve baba gerekse çocuğun gelişiminde gözle görülür ilerlemeler oldu. Farklı aşamalarda yapılan değerlendirmeler çocuktaki gelişimsel dengesizliğin düzenli bir şekilde değiştiğini gösteriyordu. İlk aylardan sonra uzay gemisi projeleri ile ilgili resimlerin içinde insanlara ilişkin bazı söylemler ve duygu ifadeleri doğmaya başladı. Giderek daha  yaşına uygun çocuk resimleri de ortaya çıktı. Resimlerin gerçek yaşamla bağları, ilkel öfke yaşantıları, şiddet eğilimi resimlerin yorumları ve oyunlar içinde çalışıldı. Okula başladığında öğretmen ile sağlanan işbirliği de oldukça verimli oldu. İleri zihinsel kapasitesi olan çocukların devam ettiği bir proje grubu ile bağlantıya girdiler. Orada da başarı gösterdi. 

 

Bu örnekte çocuğun ilk farklılıklarının aile tarafından nasıl karşılandığına ilişkin durumun gidişatı nasıl belirlediğini anlamak mümkündür. Ailenin durumu  travmatik bir süreç olarak değil, kabullenen bir zihinle karşılaması, kaygıya kapılıp gerileme yaşamadan anne-baba olarak durumu paylaşımcı bir şekilde taşıyabilmeleri, çocuğun kendini güvenli bir alanda hissedebilmesi, belki doğuştan getirdiği aşırı duyarlılık ve yüksek zihinsel kapasiteyi işlevsel bir düzeye eriştirmesine olanak vermiştir. Zihinsel kapasitenin yüksek olduğu ve aşırı duyarlık sahibi birçok olgu, erken dönemde belki işlemleyemediği duyusal uyaranlarla organize olamamış bir durumda kalmaktadır diye de düşünebiliriz. Böylece etiyolojisi hakkında hâlâ pek çok bilinmeyenin bulunduğu otizm tablosunun, başta da ifade ettiğimiz biyo-psiko-sosyal etkenlerin bütünsel ve döngüsel yapısındaki aksamalardan kaynaklanıyor olabileceği varsayımı güçlenmektedir.

 

Olgu örneklerimizden anlaşılacağı üzere otizm  tablosu annelik durumunu fazlasıyla önemli bir alana sürüklemektedir. Birçok farklı tabloda da annenin kendi kişilik özellikleri ve ruhsal durumundaki takılmalar hakkında düşünmek ve çalışmak, annenin kendi zihinsel/ruhsal durumu hakkında geliştirdiği içgörü ve ilerlemeler, çocuğun gelişiminde, ruhsallığının değişiminde, sosyal işlevlerinin artışında rol oynamaktadır. Annenin ilkel savunmalardan adaptif savunmalara doğru yol alması ile gerek ilişkide gerekse çocukta ve bazen tüm ailede sağlam değişimler olabilmektedir. Bu değerlendirmeler bağlamında diyebiliriz ki, annelik işlevlerinin çalışılabilmesi otistik gelişimin (belki bir ölçüde) önlenebilmesinde fazlasıyla değer taşımaktadır. Belki otizm tablosunun ilk tanımlandığı buzdolabı anne benzetmesi (Kanner, 1956) annenin farklı bebek karşısındaki ruhsal gerileme sürecine bakılarak doğmuş kısmen gerçekçi bir saptamadır. Belki anne ve bebek ilkel otistik duruma saplanıp orada donup kalmaktadırlar. Otistik annelerinde görülen tümgüçlü ve savunmacı yapı aslında derin ve onarımsız bir yaranın umutsuz haykırışıdır.

 

Belki evden taşan çığlık dipten gelen acının kontrol edilemeyen sesidir

Buradan bakılınca otizm ve benzeri gelişimsel bir aksama olasılığının dikkati çektiği ilk andan başlayarak annelerin desteklenmesi koruyucu ve önleyici bir rol oynayacaktır. Özellikle bireyselleşme sürecinin oldukça zayıf kaldığı bir kültürel-toplumsal yapıda destek talebinin anneden gelmesi hayli zaman alacak ya da hiç gelmeyecektir. Otizm ve otistik gelişimsel aksamaların  ele alındığı ve çalışıldığı kurumsal hizmetlerde anne desteğinin gerektiği şekilde  program içine alınması bir zorunluluktur. Anne desteği anneye yeni yükler getirecek görevlerin verilmesiyle değil, annelik dünyası içinde olup bitenler, otistik dünya ve annesel yapı ilişkisi hakkında ruhsal süreçlerin çalışılabildiği psikodinamik bir yaklaşım ile mümkün olabilir.

 

Kaynaklar:

Bion, W, R. (1962), The Psychoanalytic  The Psycho-Analytic Study of Thinking. , Int. J. Psycho-Anal., 43:306-310.

Eracar, N. (1995), Bir Otistikle Yaşamak, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu yayını, Ankara.

Eracar, N., Onur, V. (1999), Biraz Yer Açar mısınız? Beyaz Yayınları, İstanbul.

Eracar, N. (2015), Otistikler ve Diğer Gelişimsel Bozukluklarda Sanatın Eğitim ve Sağaltım Amaçlı Kullanımı, Editör: Prof. Dr. A. Kulaksızoğlu, Farklı Gelişen Çocuklar içinde, 2. Basım, Nobel Yayıncılık, İstanbul.

Ergüvenç, A. Ç. (2010), Otizm... Şart mıydı! Nerede Kalmıştık? Papirüs Yayınevi, İstanbul.

Kanner L, Eisenberg L., (1956), "Early infantile autism 1943–1955", Am J Orthopsychiatry 26: 556–66.

Klein, M., (1928), Oidipus Karmaşasının Erken Dönemleri, çeviren: Anlı, İ., Sevgi Suçluluk ve Onarım, Böl. 9, Kanat Kitap 2008, İstanbul.

Mahler, S. M., (2003), İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu, çeviren: Babaoğlu, A.N., Metis, İstanbul.

Tekeş, G., (2004), Benimle Oynar mısın? Artı Özel Eğitim Merkezi yayını, Ankara.

Weusten, J., (2011),  Journal of Literary & Cultural Disability Studies 5.1 53–70 © Liverpool University Pres ISSN 1757-6458 (print) 1757-6466 (online) doi:10.3828/jlcds.2011.4

Winnicott, D. W., (1960), The Theory of the Parent-Infant Relationship, Int. J. Psycho-Anal., 41:585-595.